Sunday, January 29, 2012

Pavlusî

Muhammedî diyenlerden Pavlusî diye bahsetmek lazım. İsa Mesih'in değil, Aziz Pavlus'un ürettiği dinin mensupları. Xristos ile de, İsa ile de, Nasıra ile de ilişkileri Pavlus yoluyla olduğuna göre hoşnut olunmayacak bir ifade değil.

Saturday, January 28, 2012

Güç Odağı

Herkesin bir siyasi fikri olması şartsa, benimki işte bu: Güç odaklarını mümkün olduğunca çoğaltmak. Güç dediğimizde sadece maddi gücü değil, fikri, askeri, siyasi ve iletişimsel gücü de kastediyorum.

Gücün kendisiyle ilgili sorun yaşayanlardan değilim. Kendi güçlenme arzusunun alevlendirdiği bir güç şikayetiyle yazıp çizenlerden de değilim. İnsanın bir tür olarak varolmasının temelinde bu güç ihtiyacının bulunduğunun farkındayım. Gaflet olarak adlandırılsa da, insanların güç arayışlarındaki bir zafiyetin topyekun varlığını yok edeceğini düşünüyorum. Gücü bireysel olarak reddetmenin fazileti yüksek olabilir, ancak güç kavramını berhava etmeye çalışmanın hedefi ya kendisinden başka güç sahibi bırakmamak, ya da insanlığı topyekun yok etmektir.

Bu gereksiz açıklamalardan sonra tüm siyasi fikirleri değerlendirdiğim kriteri açıklayabilirim: Eğer bir düşünce güç odaklarını mümkün olduğunca dağıtmayı hedefliyorsa, iyidir, aksi halde kötüdür. Adı Liberalizm olanların sermayenin az sayıda elde toplanmasını hedeflemeleri kötüdür. Adı Sosyalizm olanların bu sermayeyi adı devlet olan tek bir elde toplamaya çalışmaları da kötüdür. Adı Liberalizm olan sermayeyi mümkün olduğunca dağıtmayı hedefliyorsa iyidir. Aynı şekilde Sosyalizm de sermayenin farklı odaklardan toplanmasını hedefliyorsa iyidir. (Sermayeyi yok edip, hala bir dünyada yaşayabileceğini düşünen de mevcuttur, kendilerine cevap vermeden önce sermayenin tüm faydalarından arındıkları yirmidört saati bir dağ başında geçirmelerini salık veriyorum.)

Ordu düne kadar (ve hala) Türkiye'de önemli bir güç odağıydı. Onun bu odak durumunu azaltmaya çalışan siyasi hareketler faydalıdır. Onu güç odağı olarak tutmaya heveslenenler zararlıdır.

AKP on yıl önce değildi ve bugün önemli bir güç odağıdır. Onun vasıtasıyla gücü tek elde toplamaya hevesli insanlar zararlıdır. Onun vasıtasıyla maddi ve siyasi güç odaklarının sayısını artırmaya çalışmak faydalıdır.

Yargı geçmişte bu derece bir güç odağı değildi. Giderek önemli bir güç odağı olmaktadır. Ondaki bu gücü kırmaya yönelik hareketler faydalıdır. Onu ordunun yerine siyasi bir odak haline getirmeye çalışmak zararlıdır.

Yargının işleyişinde, gücü hakim/savcı/bürokrat ve siyasetçilerin elinden alıp, halka veren bütün fikirler faydalıdır. Yargı gücünün merkezileşmesine sebep olmak zararlıdır.

Demokrasi (modern demokrasilerde olduğu gibi) siyasi gücün zengin bir kitleye münhasır olmasına sebep oluyorsa zararlıdır, gücün dağılmasına imkan sunuyorsa faydalıdır.

Falan.

Huzur ve mutluluk gücün mümkün olduğunca adilane dağıldığı bir yerde neşet eder. İnsan doğasından kaynaklanan sebepler, boş bırakıldığında siyasi, ekonomik, fikri, askeri, iletişimsel gücün odaklanmasına sebep olur. İnsanlar gücün karşısında bükülür. Bir kere temerküz ettiğinde güçlüyü yerinden etmek daha da zordur.

Bununla birlikte yine insanın bükülmesi ve güç sahiplerinin de zihnen fani insanlar olması dolayısıyla az sayıda insanın eline geçen güç, sonunda çöken bir sisteme yol açar. Komünist ve Faşist ülkelerin gücü tek elde topladıklarında başlarına gelen budur; insanlar doğruyu işaret etmeye cesaret edemediklerinde, sistem çok az sayıda insanın eline kalır ve infilak eder. Liberal Demokrasilerin bu iki türde sisteme galip gelmesinin temelinde bu vardır.

Bununla beraber günümüzde de Liberal Demokrasilerin sermaye kaynaklı güç odaklarının sayısı azaldığı için zafiyete düştüğünü görüyoruz. Vatandaşlar, sermayenin elinde bulunan az sayıdaki medya kanalıyla yönlendirilmekte, yine az sayıdaki sermaye sahibinin kurduğu bir düzende sadece figüran olarak rol almaktadır. Boş bırakıldığında temerküz eden güç, Liberal Demokrasilerde de az sayıda insanın elinde toplanmıştır.

Çıkış yolunu ifade etmek basit, ancak uygulamaya koymak tabii ki zordur.

(1) Şirketler, holdingler vs. gibi üretim organizasyonları üzerindeki miras lağvedilmelidir. Gücün belli bir grup elinde toplanmasının en önemli sebeplerinden biri budur. Bu organizasyonlar, bedelini ödeyenlere halk namına satılmalı ve bu gelir, halkın temel ihtiyaçlarını karşılamakta (da) kullanılmalıdır. İnsanların sefalet korkusunu ortadan kaldırmak devletin temel vazifesidir.

(2) Yargı kararlarında jüri sistemine geçilmeli ve cinayet gibi önemli davalarda referandum bir seçenek olmalıdır.

(3) Güç sahiplerinin hukuk karşısındaki sorumluluğu artırılmalıdır. Hukukta ceza, güç arttıkça artırılmalı ve güç sahiplerinin hukuka daha çok riayeti sağlanmalıdır. Normal vatandaş için kabahat sayılabilecek, mesela yalan, güç sahipleri için hukuki sorumluluk getirmeli, bir hükümet üyesinin veya parti liderinin yalan söylemesi cezai şarta bağlanmalıdır.

(4) Herhangi bir bürokratik veya siyasi kurumda söz sahibi insanların görev süresi sınırlandırılmalıdır.

(5) Hukuk düzeni, falanca kritere, filanca ülkeye değil, o hukukun içinde yaşayan insanların adaletin varlığına inanacakları şekilde düzenlenmelidir. Mahkemelerin tek gerçek fonksiyonu budur, adalet dağıttığına inanılmayan bir hukuk düzeni tiyatrodan ibarettir.

(6) Devletin tüm kurumlarını denetleyecek, üyeleri bir yıl gibi bir süre için halkın arasından kur'ayla seçilecek bir denetleme meclisi olmalı; idarecilerin hukuka uymadıkları yerde onları yargılayabilmelidir.

(7) Sosyal güç odakları mümkün olduğunca dağıtılmalı, kendi yaşam tarzlarını uygulayabilen toplumlar ortaya çıkmalı; bireyler mensubu bulundukları topluma karşı sorumlu olmalı ancak istedikleri an toplumlarından ayrılıp, kendilerini kabul eden başka bir topluma geçebilmelidir. Bu toplumlar fikir ve sanat eserlerinin mülkiyeti, yayın ve sansür kriterleri, günlük yaşam tarzı, evlilik, kadın erkek homoseksüel vs. ilişkileri gibi konularda söz sahibi olmalı; kişiler istedikleri toplumda, kendilerine yönelen oklardan vareste yaşayabilmelidir. Bu sayede kültürleri çürütüp, popülerlik zırhıyla kendi çiğ ve ucuz kültürünü dayatan odaklara karşı bir şansları olur.

Kurbağa gibi aynı bayat sloganları tekrar edip, matah bir şey söylüyormuş gibi çözüm sosyalizm/liberalizm/kemalizm/islam/laiklik/vırt/zırt diyen biri değilim. Somut olarak ne yapılması gerektiği, fikriyatın adından daha önemli geliyor. Bu yazdıklarımı sosyalizm adıyla da, libertaryenlik adıyla da pazarlamam mümkün, ancak okuduğum kadarıyla orijinaldir. Adı Marx, Amerika, Avrupa, medeniyet, Atatürk, din vs. olan la yus'el bir takım putlara tapmaktansa, bir model kurup, sonuçları ne olur düşünmek daha önemli görünüyor. Zamanımız hiçbir eski çözümün çalışmayacağı, çünkü hayatın yeni meseleler getirdiği bir zaman. Çözmek için de, çözüm düşünmek için de cesarete ihtiyacımız var.

Universite

Üniversite konusunda yapılacakların en basitleri (i) derecelerin sayısını artırmak, Yrd. Doç, Doç. Prof. gibi üç değil, en az yedi derece olması (ii) akademisyenlerin bölüm başkanı, dekan vs. gibi yöneticilik becerisi gerektiren ve bilim üretmekten ayrı bir faaliyet olan faaliyetlerden uzak tutulması ve üniversite yöneticiliğinin ayrı bir meslek olarak görülmesi var.

Friday, January 27, 2012

Nasipsiz

Uçucu bir rahatlık. Gönlümden bana doğru el etmesine izin verdiğim tüm hayaller. Hiçliğin katı yorumunu sevmiyorum, hayaller hiçliğin yumuşak yorumu. Hiçliğin bile mezhepleri var şu dünyada. Garip bir dünya.

Diyorlarsa eğer, ki hepimiz hiçlik adı verilen büyük bir uykudan gelmişiz ve hiçlik adı verilen büyük bir uykuya varacakmışız, nasıl oluyor da bunun üzerine kurulan hikayelerin hepsine birden doğru diyemiyorlar? Benim hikayem daha tutarlı. Hiçliğin karşısında hikayenin tutarlılığının ne önemi var?

Doğru dur dediğimizde hatırlattıkları o hiçliğin söylenen bütün kelimeleri çürüteceğinin de farkında mısınız? Tamam, benim dinim doğru değil, diyelim, peki ya sizin kafanıza göre takılmanız mı doğru? Benimki boş hikaye de, seninki daha mı dolu?

Mide rahatsızlığı çeken insanın sülfürik asit içmesine benziyor bu. Midenizdeki tüm rahatsızlık elimizdeki bu bilimsel formülle geçecektir. Haklılar, midemizden şikayetimiz kalmıyor, çünkü artık onu hiçbir şey için kullanamıyoruz.

Ruhunuzdaki tüm şikayet elimizdeki bu ilaçlarla geçecektir.

(Ne günlere kaldık, analoji yapıyor ve her iki tarafı da sarf temrin ettiren hoca gibi göstermek zorunda kalıyoruz.)

Şahsen en tırt ve lüzumsuz yere şişmiş yazarlardan biri olarak gördüğüm adam Ateistler de mabed yapsın, 46 metre olsun, dünyanın yaşını göstersin ve bunun insanla geçen kısa süresini de altın bir şerit dolanalım. demiş. Tırt yazarlığın sonunda tırt bir sembolizm. Ateistler yakında hurufiliği de keşfeder.

Kitabımda sana insandan önceki çok uzun süreyle ilgili bir şey anıldı mı diyor mesela. Bu mabedin de diyeceği herhalde bu kadar. Onun üzerine kardeşlik, bilim, aydınlanma ve sair.

Ateistlerin peygamberi sayabileceğimiz adam da Ateist'in mabedi mi olur deve yavrusu, git okul yap, insanları aydınlat! demiş. (Deve yavrusu kısmını ben eklemiş olabilirim.)

Eğlenceli bir tartışma değil. Ateistlerin mabed ihtiyacı varsa, bunu ortalıktaki diğer bir çok dinin mabediyle yerine getirebilirler. Oraları dolduranların da iman sahibi olduğundan değil. Gidecek başka yer olmadığından. Bunu anlasalar dünya barışı daha bir hız kazanacak.

Hem demiş ya Tanrı yok ve İsa onun tek oğlu diye. Hristiyan ilahiyatının ulaştığı son aşama bu. Kendine kutsal kitap seçmekle başlayınca, bir noktadan sonra tanrıya ihtiyacın olmadığını da görüyorsun. Önemli olan cemaat ve maddi manevi konfor.

O sebeple sevgili dostlar, evet, bilimsel olarak hepimizin hiç olduğu doğru olabilir, arada sırada ben de şüphe ediyorum (ama nedense isteyince hüccet yetişiyor). Velakin sevgili sevgili dostlar, hiçlik doğruysa bile sizin hikayeniz de bizimki kadar hiç. Ha şarap içerek sarhoş olmuşsun, ha dilini damağına dayayarak, senin hiçliğin benimkini dövmüş dövmemiş, daha tutarlıymış, tutarsızmış, benden akıllıymışsın ve ben beyinsizmişim, ne farkedecek? Ha senin felsefe adındaki hikayene kanmışım, ha aşağı caminin imamının hikayesine. Sonunda hepsi hiçliğe var mıyor mu?

Hikayeye hiçlikle başlayınca ne söylersen söyle temizleyemiyorsun. Sonsuz siyah bir mürekkebin tüm okyanusları boyaması gibi. Senin söylediğin de, meselenin özü kadar hiçtir. Bir şeyler uydurmaya, anlam veremedik haz uyduralım demeye çalışabilirsin. Yetmez! Sözünün başı hakikat olmadığında, söylediğin hiçbir şey kalpleri tatmin etmeyecektir.

İnsanın hakikati inkar etmek yerine bizlere nasip olmadı demesi evla değil miydi? Bunu farkettiğinde hakikate yaklaşmış olacağını, kendini bilmekle, kendi nasipsizliğini farketmekle hakikate yaklaşacağını ve hakikatin de ona yaklaşacağını söylemek mümkün değil miydi? Hayatın bela vaktinde kıldığımız namazın abdesti olduğunu, o sebeple temiz bulunmak gerektiğini idrak etmek zor muydu?

Bir de şöyle düşün: Hepimiz gördüğümüze inanıyoruz. Ama bazılarımız diğerinin gördüğünden nasipsiz.

Thursday, January 26, 2012

Yaz

Aşktan bahsetmeyi sevmiyorum. Aşk yazmayı bile sevmiyorum. Yazmak zorunda kaldığımda ayn-şin-kaf ile yazmayı tercih ediyorum. Şehvet erbabının aşk diye okuduğunun ise elif-şin-kef diye yazıldığına dair şüphelerim var, aşkım dediği yerde aslında eşeğim demeye çalışıyor.

Zihin hacamatı kabilinden yazılar yazmam gerek. Zihin sağlığımı korumak için yılda ikiyüzellibin kelime civarında yazmam gerekiyor. Böyle söyledim birine. İnanmamış göründü.

Kalite peşinde değilim, yazıda kalite nedir, ondan da emin değilim. Yazının tuhaf bir terkibi var, bugün için iyi yazı yarın okunmaz hale gelebiliyor, yarın için yazdığını sanan da bunu görecek kadar yaşamıyor. Şahsen Türkçe'nin çürümesi bu hızla devam edecek olursa, kullandığım kelimeleri anlayacak kimse de kalmayacağı için yarın için yazıyor olduğumu da ummuyorum. Bugün için yazmadığım da aşikar.

Firdevsi için tek başına Fars dilini kurtaran adam derler, İranlıların büsbütün Arapça konuşmaya başlamayışları Şehname sayesindeymiş. Bazen imreniyorum, yazının tek geçerli entelektüel ortam olduğu zamanlarda yaşadığı için yapabilmiş bunu, bugün başka bir dünyada, tek dilin herkes için daha verimli kabul edildiği bir dünyada yaşıyoruz. O tek dil Mandarin veya İngilizce olacak gibi görünüyor, belki başka bir şey de olur ama Türkçe olmayacağı muhakkak.

Eğer aynı etkiyi meydana getirse, İngilizce yazmayı da denerdim. Hitap kitlesinin daha geniş olması demek en azından. Ancak Türkçe yazmayı ellerim bile bilirken, İngilizce'yi düşüne düşüne yazmam gerekiyor. Onun etkisi de aynı değil. İngiliz bıçağıyla zihin hacamatı olmuyor.

Belki bir gün bu yazdıklarımı okurun zihnine göre tercüme eden makineler olacak. O zaman hangi dilde yazdığımın bir anlamı kalmayacak. Bilgisayarlar muhtemel bütün anlam ihtimalleri üzerinde durup, hangisinin daha makul olduğuna karar verip, okurun zihninde hangi kavramlara tekabül ettiğini takip edip, hususi tercüme yapacak. O zaman herkes herkesi okuyabiliyor olacak.

Öyle bir dünya okunmuyor olmaktan bile daha korkutucu geliyor.

Wednesday, January 25, 2012

Zeka

Dün doktor bana IQ'mu sordu. Adamın mit ihtiyacına cevap verecek kadar yüksek bir rakam attım kafadan. (Yalan değildi ama resmi bir test yaptırmadığım için anlamlı da değildi.) Mensa testine girecektim, iptal ettiler, askerlik girdi falan diye sürdürdüm…

Kendi oğlundan şikayet etti o da, Mimarlık'ta okuyormuş, zekiymiş ama normal olmak daha iyiymiş falan. Ben de kendimden şikayet ettim, ah, evet, şu dünyada normal olmak gibisi yok.

Bir açıdan doğru. En ucuz şekilde mutlu olmanın yolu ortalamaya en yakın olmaktan geçiyor. Ortalamayı hedefleyen bir eğlenceden hazzeden biri için seçenekler çok daha fazla, etrafımda oldukça fazla sayıda mevcut onu beğenmez, buna burun kıvırır tipler için mutlu olmak daha zor. Hayatın anlamı mutlu olmak değil diye Thoureau-vari diskurlar dizebilirsiniz tabi, yine de hemen her açıdan ortalamaya yakın olmak daha kolay bir hayat anlamına geliyor.

Zeka günümüzde önemi abartılan, filmler ve çağımızın azizleri bilimciler yoluyla mitleştirilen, karikatürize edilen bir özellik. Dr. House mesela zekası sayesinde kimsenin teşhis edemediği hastalıkları tanıyor, ama kendisini çok nadiren makale okurken görüyoruz, normalde literatüre o derece vakıf olan insanın ceplerinden makale fışkırması gerek ama zeka kadar cool olmadığı için o kısımları sanırım makaslıyorlar. Edison için söylenen en önemli keşfi araştırma ekibi kurup onların çalışmalarını kendi üstüne patentlemesiydi gibi bir söz var ama onun bin civarındaki patentini ilkokulu terketmesine de sebep olan zekasıyla açıklamayı daha çok seviyoruz. A Beautiful Mind filminde John Nash'in duvardaki bir takım harflere bakarak şifreleri çözmesi gibi bir sahne daha çekici geliyor. Şifre kıran hiçkimse böyle manzara seyrede seyrede çözmez ama adamın elinde kalem kağıtla bir şeyler bulması o kadar cool olmazdı, hele bilgisayar kullanarak hesaplamalar yapması bizim gibi ölümlülere benzemesi olurdu.

Zekanın önemini inkar ettiğimden değil, sadece bunun modern kültürdeki karşılığının pek de matah bir tarafı olduğuna inanmıyorum. İnsanlar zekanın, sahip olmadıkları başka her şey gibi, meselelerini bir anda çözeceğini düşünüyor. (Ben de düşünüyordum.) Para veya güzellik açlığı çekmekten daha makbul olduğu aşikar ama tek başına çözeceğini hiç sanmıyorum.

İnsanlar arasındaki asıl farkların daha çok hayata karşı tavırlarından kaynaklandığını düşünüyorum. Zeki olup kahvede kağıt sayarak ömrünü tüketebilir insan, dört deste kağıdı takip edip oyunları kazanabilir veya normal zekalı olup, hayatın eksik bıraktığı taraflarını telafi etmeye çalışarak faydalı işler yapabilir. Meşhur hikayedeki tavşan da, kaplumbağa da oldum ben, çok avantajlı durduğum bir çok işi berbat ettiğim, hiç de avantajlı olmadığım bir çok işi kotardığım oldu. Hepsinde mesele zekadan çok tavır ve yaklaşımdı. Bunun üstünde kimse durmuyor.

Zeki insanların da sorunları çok. Bazılarının kendilerine olmayan sorunları icad etmek gibi alışkanlıkları da var hatta. Çokları için hayat sanıldığından daha boş, daha tatsız ve renksiz. Eğer bir üstünlükse bile, insanın başkalarından üstün olmasından devamlı zevk alabilmesi için, fıkır fıkır kaynayan bir aşağılık kompleksi olması lazım. Böyle bir kompleksi doyurabilecek zeka olmadığına göre, nihayetinde hepimiz aynı kör kuyunun içindeki gölge oyunlarıyla yetinmek zorundayız. Oyundaki gölgeleri farkedecek kadar zeki olanların işleri ise daha zor.

Monday, January 23, 2012

Internet ne işe yarar?

Internet ne işe yarar?

Internet kendi başına bir işe yaramaz. Önünde saatleri heder edip, ben ne yapmıştım? dediğinizde tek kelime edemezsiniz. Bu manada bir zamanlar televizyon ne idiyse, Internet de odur, zaman kuyusu.

Ancak ne aradığınızı biliyorsanız, Internet cevabını en kısa yoldan bulabileceğiniz yerdir.

Internet'in aldatıcı tarafı, insan aslında ne aradığını bilmediğinde ona bir şey verecekmiş gibi yapıp, kof bir eğlenceden başkasını sunmamasıdır. Televizyonun aptal kutusu olduğunu anlamak kolaydır ve giderek bönleşen programları sayesinde daha da kolaylaşmaktadır ama Internet hemen her konudaki muazzam bilgi potansiyeliyle aptal kutusu değilmiş gibi durur.

Halbuki Wikipedia'daki milyonlarca makale, eğer işinize yaramıyorsa, televizyonun sunduğu gürültülü ve kirli saçmalıktan pek de farklı değildir. Wikipedia'yı annenize daha kolay savunursunuz, hatta kendinize de daha kolay savunursunuz, hatta arkadaşlarınızla paylaşır ve bir şey yapmış gibi yaparsınız ama doğrusunu söyleyeceksek, üç gün sonra ne siz, ne arkadaşlarınız paylaştığınız şeyi hatırlamaz.

Bir gün lazım olursa aklınıza gelir ama tekrar aramak gerekir. Lazım olduğunda biraz önce okumuş gibi hissetmezsiniz, tekrar okumak gerekir ve tekrar düşünmek.

Alternatiflerin ne olduğunu görmek de, yeni şeyler öğrenmek de faydalıdır; bunu inkar etmiyorum ancak sanıldığı kadar faydalı değildir, kararında bırakmak gerekir. Çünkü Internet'te neler var, bi bakalım derseniz, sadece YouTube'a dakikada 25 saatlik video yüklendiğini bilmeniz gerekir. Yetişemezsiniz.

O sebeple neler varmış faaliyetini zamanla sınırlandırmak en makul olanı geliyor. Bırakınca tüm dünya gazetelerini, bütün dünya dillerinin gramerini, tüm kutsal metinlerin yorumlarını, gülünebilecek tüm fotoğrafları, düşündüren tüm karikatürleri buluncaya kadar dolmayan bir zaman kuyusu…

Saturday, January 21, 2012

İmtihan

Bildiğinden, sevdiğinden, sevmediğinden, başına gelenden, istediğinden, yaşadığından, yaşamadığından, yaşayamadığından, yaşamak istemediğinden, gördüğünden, görmediğinden, görmezden geldiğinden, görmeyi isteyip göremediğinden, duyduğundan, dokunduğundan, dokunamadığından, günahından, sevabından… İmtihandasın.

Tüm güzel oyunlar gibi kurallar basit ama ustalık sonsuz bir dikkat gerektiriyor: İyi ol, kötü olma.

İyi olmak konusunda ipe un serme, kötülük yapma, kötülük yapana kibrin en büyük kötülük olduğunu unutma. Doğru ol, doğru olmayana karşı merhametini esirgeme.

Doğruyu gördüğünde kabul et, eğriyi gördüğünde bırak, gönlün hakikate açık olsun.

Menfaatinle imtihan edileceksin. Doğru olanı yap. Menfaatine aykırı da dursa doğruyu söylemekten vazgeçme.

Aklınla imtihan edileceksin. Doğru olanı yap. Aklının bir sınırı olduğuna ve hakikatin akıldan ibaret olmadığına şahitlik et.

Kavuştuğunla imtihan edileceksin. Doğru olanı yap. Şükret ve ihtimam göster.

Kavuşamadığınla imtihan edileceksin. Doğru olanı yap. Sabret ve sabrın sonundaki mükafata hazırlan.

Günahınla imtihan edileceksin. Doğru olanı yap. İyiyi istemekten ve tövbeden vazgeçme. Günahını yıkayacak pınarın kalbinin bir kıyısında kaynamakta olduğunu unutma.

Sevabınla imtihan edileceksin. Doğru olanı yap. Sevabı kül edecek kibrin kalbin bir köşesinde daima yanmaya devam ettiğini unutma.

İmtihan bitmeyecek. Her yeni gün bir imtihanla gelecek. Sevinçle imtihan edildiğinde sapıtmamayı, kederle imtihan edildiğinde yıkılmamayı, düştüğünde kalkmayı, yükseldiğinde eksik bir insan olduğunu öğreneceksin.

(Kendime ve tosuncuğuma.)

Tuesday, January 17, 2012

Dwitle Dövenler

Bugün kendime verdiğim ameliyat iznini hoşça geçirmek için @eminresah twitter hesabının takip algoritmasını gözden geçirdim. O hesabı okumuyorum. Oranın tek amacı bu blogda yazılan yazıları duyurmak ve nadiren haiku yazıyorum. Bir adam yaklaşık beşyüz kişiyi takip ediyorsa, ya başka işi gücü yoktur, ya da zaten okumuyordur.

Fikir üretimi konusunda simetriye pek inanmadığım için milletin follow/unfollow işini fazla ciddiye almasını da anlamıyorum. Hoşuna gidiyorsa okursun, gitmiyorsa okumazsın, ben seni takip ediyorum diye takip ediyorsan takip etmesen de olur.

Algoritmayı denemek için açıp sayfayı bakmak icap etti. Hrant Dink davası ana akışta önemli bir yer tutuyordu, sayfaya şöyle bir bakıyorum, yüz tweet daha gelmiş, onlara bakarken yüz tane daha… Neyse, normali bu demek ki. Eline klavyeyi alan devleti protesto ediyor. Sanırsın uzaylılar geldi mahkeme kurdu.

Neyse, işin o safhasından çok bu faaliyetin gereğinden fazla ciddiye alınması tuhaf geliyor. Internet ilişkilerin hayli gevşek olduğu bir mecra. Misalen bahsettiğim twitter hesabında beşyüz kişiye yakın takipçi var ama bu yazıyı görse bile okuyacak insan sayısı herhalde bunun onda birini geçmez. Şahsen bu yazıyı okutmak gibi entipüften bir işe kudreti olmayan bir mecranın, devletin politikasını veya davanın akıbetini değiştirmekte ne işe yarayacağını çok merak ediyorum.

Ucuz olanla zafer kazanılmaz. Var mı Internet mücahitlerinin arasında mesela Hrant için Adalet için canını verecek, eline silah alacak, kendini feda edebilecek? Onu bırakın, mesela bugün o kararı twitter'da dolu dolu protesto edenlerden kaçı işini tehlike atar veya bir final sınavına girmekten vazgeçer? Ondan sonra da bir şeyler neden değişmiyor? diye ıkınıp dururlar.

Değişmez çünkü Twitter'da düzen değiştirilmez. Bin kişinin yapacağı protestoyu ufak bir program kendi kendine yapar. Bir twitter hesabı açmak en fazla beş dakika, protesto mesajı yazmak en fazla otuz saniye ise, bin kişinin attığı onbin mesaj, toplamda 160 saat falan gibi, bir kişinin bir aylık çalışma süresine tekabül eder. Bin farklı kişinin attığı onbin mesaj.

Memleketimizin herhangi bir çalışanının bir ay işe gitmesi veya gitmemesi tüm siyasi/kültürel/ekonomik hayatımızda ne kadar değişiklik yapıyorsa, bin kişinin attığı onbin twitter şeysi de o kadar değişiklik yapar.

Diyeceksiniz ki, efendim insanlar okuyor, tartışıyor, bilinçleniyor, falan filan. Doğru, insanlar genelde işlerine geldiği gibi ama yine de bir ölçüde bilinçleniyor ama bu bilinçlenmeleri Internet'e bağlı olduğu sürece, Internet neyle çalışıyorsa, çalışması neye muhtaçsa, bilinçlenme de onun lehine oluyor. Internet kullanan hiçkimse ondan vazgeçmek istemez, işte tam da bu sebeple, Internet'i mümkün kılan tüm kurulu düzenin (yani Birleşik Devletler'in başında olduğu dünya düzeninin) zımnen destekçisidir. Amerika'ya veya Türkiye Cumhuriyeti'ne Internet üzerinden sövebilirsiniz, ancak bunun için bile onlara muhtaçsanız, sonuçta onların dediği olacak demektir.

Sesimi duyurmak için onların sağladığı mikrofona muhtaçsam, ki hepimiz öyleyiz, istemedikleri zaman kesebileceklerse ve şu an serbestsem, söylediklerimin pek de kıymet-i harbiyesi olmadığı için serbestim. Eğer Internet gerçekten bir şeyleri değiştirebilecek olsaydı, zaten bu kadar serbest olmazdı. Büyük çoğunluk için porno, bedava film ve müzikten başka bir anlamı olmayan bir yer Internet, insanlar bunlar için mızmızlanır ama daha hayati bir durum olduğunda hemen vazgeçebilirler. İki saat elektriksiz kalan insanın düşündüğü şey Internet olur ama iki gün elektriksiz kalırsanız, havanın ne kadar soğuk olduğunu farkedersiniz.

O sebepten bu Internet işlerini ciddiye almıyorum. Gereğinden fazla ciddiye alınması da beni bunaltıyor. Burada söylediğiniz sözün kıymeti yoktur.

Internet saatleri çalan ve size sanki önemli bir şey söyleyecekmiş gibi yapan bir canavardır, ona kananlar ömürlerini tüketir ve bir de bakar saatler uçmuş ve geri verdiği hiçbir şey yokmuş.

Dur

Dur! Attığın adımı geri al. Düşün. Buraya nasıl gelmiştik?

Saturday, January 14, 2012

Çakıl Taşları

Yeryüzünde bütün hikayeler yarımdır. Mutlu sonla bitenlerin akıbeti, yaşlanıp ölmeleri, çocuklarının halleri anlatılmaz; kendini telef edenlerin nasıl dirildikleri konuşulmaz, bütün hikayelerde geride birileri kalır ve onların hayatı da hepimizinki kadar sıkıcıdır.

Uzun vadede, Keynes'in dediği gibi, hepimiz ölmüş olacağız, doğru. Bu da hikayelerin yarım olduğunun, bizimle başlamayanın, bizimle bitmeyeceğinin bir işareti olabilir. Biz derken, bütün insanlar veya canlılar veya yıldızlar, işte hepimiz.

Yarım hikayelerin her zaman tamamlanacağına dair bir fikrin insanın özüne işlenmiş olduğuna inanıyorum. İnsicam arıyor, bulamadığımız yerde üretiyoruz. Kainata dair fikrimiz, bulduğumuz çakıl taşlarının aralarına çizgiler çekip resim yapmaktan ibaret. Yeni çakıl taşları buldukça resim biraz daha karmaşıklaşıyor, çakıl taşlarından hangi resmin çıkacağına dair verdiğimiz kavga da giderek bir ben, sen, biz, siz kavgasına dönüyor.

Bu yazı nereden aklıma geldi? Uzun zamandır yazdığım hiçbir hikayeyi tamamlayamıyorum, Piyango Bileti adamın ikinci rüyasında, Yabancı Şair, oğlanın ambulansa atılmasında, Dünyayı Bölen Ağaç mahallede ev arama kısmında kaldı. Tembelliğimle araya adam koyup yazılmak istemiyoruz diyen hikayeler bunlar.

Oblique Strategies kullandığım oluyor ara sıra, meseleyi düşünerek programdan bir kart istedim, sadece bir kısmı, tamamı değil diye bir şey çıktı. Hobaaa. Yarınki Hayal Nehri de bu konuya eğilecek, bütün hikayeler yarımdır cümlesinden daha anlamlı bir çıkış bekliyorum. (Dün bir terazinin bir kefesinde parlayan cevher vardı, bir kefesi boştu; soru, en çok hangi tarafımı geliştirmeliyim?, cevap da kendine bir değer biçmelisin gibi bir şey oluyor sanırım.)

Kendini anlamak, aklının, ruhunun ne dediğini duymaya çalışmak en önemli ilgi alanım. Yazı bunun önemli bir parçası, gözümü kapatıp ne gördüğümü sesli anlattığım hayal nehri bunun bir parçası, hatta zaman zaman attığım zarlar bile buna yarıyor. Aklımın düğümlerini çözüp, ipiyle yeni bir hırka örebilsem, hayat boşa geçmemiş olurdu.

Friday, January 13, 2012

Darbe mi, Şeriat mı?

Bir adama bu soruyu sorunca demokrasi diyorsa, dünyanın nasıl bir yer olduğundan bihaberdir. Demokraaasi çok güzel, leziz, tuzu ve baharatı kıvamında bir yönetim biçimi olabilir ancak imkanın yoksa, _demokrasi mümkün değilse, ve menüde sadece darbe veya şeriat varsa, hangisini alırsın?

Açsın, yürüdün yürüdün, tek bir açık lokanta buldun, daldın içeri, garsona sordun, sabahtan kalmış patates kızartması ve dünden kalmış pilav var dedi, ben döner alacağım diyemezsin.

Bu soruya demokraasi diyenler işte bu döner alacağım diyen gibi. Veya, gerçekte (hepimizin olduğu gibi) bir tercihi var, yani şeriat olacağına darbe olsun diyor ama söyleyip de adını darbeciye, veya tersi tercihini ifşa edip şeriatçıya çıkarmak istemiyor. Çünkü aslında pek de aç değil, lokantaya açlıktan değil, can sıkıntısından garsonla konuşmaya girmiş.

Acıkınca ne olur, hepimiz biliyoruz.

Türkiye'nin siyasetine bir süredir yön verdiği halde herkesin geçiştirdiği soru bu. Aç kalmadığımız, gerçek bir kavga ortamı olmadığı için tercihte bulunmak zorunda kalmıyoruz.

Gerçi anladığımız kadarıyla garsonun elinde aslında bu ikisi de yok, Türkiye'de halka rağmen darbe yapacak asker de, halka rağmen şeriatçılık yapacak dinci de yok; şekerimizin düştüğünden şikayet etsek de o kadar kötü durumda değiliz. Bir-iki öğün kaçırmakla kimseye bir şey olmaz.

Ayrıntılı darbe planı yaptıkları halde cesaret edemeyişlerinin sebebi herhalde iç savaş korkusuydu. İktidar olmadan önce attığı her adımı İslam'a hizmet görenlerin değiştiği kadar kolay değişemiyorlar, berikiler meseleyi çok daha rahat bir şekilde getirip terakkiye bağladılar.

Derdimiz aslında kimsenin aç olmayışıydı. Lafta hepimiz açtık ama aslında o kadar da aç değildik. O sebeple bugün aç kalırsa hangisini tercih edeceğini ifşa eden, ben darbeciyim veya şeriatçıyım veya buna benzer fikrini söyleyip de menfaatinden, iş imkanından, yerleşeceği kadrodan vazgeçen kişiye kısaca deli diyoruz.

Mahkeme önünde kıvırtmaktan bihal olan darbecilerimiz mi daha tırtmış, seneler önce fikrini zikrini iktidar uğruna çürütücü çamaşır suyuyla yıkayan şeriatçılarımız mı, tarihin takdiri gösterecek.

Thursday, January 12, 2012

Ciddiyet

Bende eksik olan şey belki de budur: Ciddiyet. Bir şeyleri ciddiye almayı yeniden öğrenmem gerekiyordur, belki bu yüzden konuşmaya ve yazmaya karşı da ciddi değilimdir, korkularım sadece ailevi cinsinden, hani tosuncuk hasta olmasın, sevgilim üzülmesin, burnum yamuk durmasın cinsinden korkular olduğu için böyle yekpare bir pespayelik içinde aklımın el feneriyle bir çatlak bulup çıkmaya, çıkmaya, çıkmaya ama tabii ki yeterince aramak işime gelmediğinden esarete, esarete, esarete mahkumumdur.

Ciddiyet her faaliyete lazım, bakıyorum yeryüzünde herkes, hemen herkes yani, benden daha ciddi duruyor. Benim içim bi acayip, bilmeyen ne bilsin bizi ama bilenler neden Beethoven gibi sağır kalmam muhtemel olduğu halde konuya espriyle yaklaşabildiğimi veya içinde bulunduğum maddi imkan(sızlık) ve şeraitin neden bende gereken vehmi uyandırmadığını sorabilir. Zaman zaman kendimi bunaltmaya çalıştığım oluyor, bu kadar stres-vareste bir adam olmak odunluk gibi de gelebilir diye ve bazen ciddi ciddi ciddiyetsizliğimin akıbetinden korktuğum için.

Velakin, olmuyor, yapamıyorum. Şahs-ı manevimde mündemiç evham-ı hakikat dışında bir vehim bulamıyorum. Eşyaya dair sorumluluklarımı yerine getirmek konusunda sallapati, evlad-ı i'yal konusunda nisbeten sami', velakin türklerin dillerindeki türlü çeşit korkuya karşı gergedan gibiyim. Gergedan, yani burnunun ucuyla meşgul ve derisi kalın olduğundan dert ve gam işlemeyen bir hayvancağız.

Bugün yaklaşık on senedir ara ara yaptırdığım gibi bir işitme testi yaptırdım, ilkinde işitme eşiğim 30 dB değildi, daha az bir şeydi, bugün biri 42, diğeri 43 dB ile yeni bir rekor kırdılar. Dahası doktor, hastalığın iç kulakta da mevcut olduğunu ve bu sebeple ameliyat da olsam sıfır kulak olmayacağını söyledi.

Olsun dedim, ben zaten onun için gelmedim, sen asıl şu burna bir bak.

Tamam, kabul ediyorum, sağır kalacağım da dedikodu duyamayacağım diye bir korkum yok, ekmek parası için de kritik bir duyu organımız değil ancak bende bunun yine de daha fazla bir üzüntü meydana getirmesi gerekmez miydi? Canım daha çok canımın sıkılmadığına sıkılıyor, ne olacak benim bu ciddiyetsizliğim?

Wednesday, January 11, 2012

Yevmiye

Tuhaf bir uyku çöküp de rüyalar belirdiğinde, aklıma gelen resimleri kimse görmüyor. Onların tek göreni benim.

Eskileri düşünüyorum, eskilerin masallarını, sonra geleceğin masallarını. Bazı günler okuduğum, yazdığım, dinlediğim her şey bende tuhaf bir çalkantıya sebep oluyor.

Talking Robots diye bir podcast dinledim, konuşan adam robotların hiç bilmedikleri ortamlarda yön bulmasıyla ilgili çalışıyormuş. Bir kıtaya ilk vardığınızda, yönünüzü nasıl bulursanız, robotlar da öyle bulmak zorunda dedi. Karıncaların yön bulmasından bahsetti.

Sonra TED'den Kamboçyalı bir kadının işkencenin yok edilmesiyle ilgili temenni mahiyetinde bir konuşmasını dinledim. How to stop torture deyince, somut önerileri var sanmıştım halbuki.

Sonra iProcrastinate diye bir podcast dinledim. Bu bölümü adam 2 ay sonra çekmiş, tembellik üzerine konuşmak için üşenmiş yani. Ben daha yeni dinliyorum, zaten mıymıy bir adam ve pek bir faydası yok, her konuşmasında aynı lafları tekrar edip duruyor.

Araya Abdülaziz Bayındır girdi, bir iki videosunu seyrettim, Adem'den önce insan var mıydı sorusunu cevaplarken konuyla alakasız bir çok şey anlattı. Yeryüzünde halife kılacağım/oluşturacağım diyen ayeti, halifelik diye anlattı, üstüne bir de kümes hikayeleri falan anlattı. (Melekler nereden biliyormuş kan döküleceğini? Melekler horozlara bakmışlar, bunlar böyleyse, insan kim bilir nasıldır demişler.) Tuhaftı.

Sonra bir tutam Cübbeli dinledim ama bu video Cübbeli'nin dinden çıktığını iddia eden bir video. Millet böyle şeyleri üretmeye zaman harcıyor. Ben az çok bu adamlara olumlu bakmaya çalışan biri olarak, bunların hiçbiri işe yaramaz deme noktasına geliyorsam, dini meselelere zaten soğuk yaklaşan biri ne yapsın?

Abdülhakim Murad'ın Hristiyan doktrininde Tanrı'nın erkek olmasıyla ilgili bir cevabını dinledim sonra. Neden bizde böyle bir adam yok diyorum her dinlediğimde. Türkiye'de meşhur olmuş her hoca kılıklı adamı bir şekilde dinlemişimdir, şu zamana kadar dilinin hakkını bu adam kadar veren kimseye rastlamadım. İnsanın bir görüşü, ilmi, yorumu falan olur ama bu bizim hocaların (nasıl desem) bir hamamcı havası var ya, o beni bitiriyor. Al beni bir kesele hocam.

Günün neticesi, saat 1 olmuş, uyku gözlerimden akıyor, ben bu adamların hepsini aynı kare içinde görüyorum. Uyumak lazım. Azizem. Dur.

Hayal Nehri (ii)

Yol. Her zamanki gibi yalnız. Tek farkı gece karanlığının parlaması, her şey bir negatif filmden görünüyor gibi.

Sağ tarafta bir tepe yanaşıyor, ardında bir ağaç. Ağacın ardında bir vadi, iki üç koyun kendi kendilerine otluyor, çoban yok. Bir su sesi duyuyorum ama nereden geldiğini bilmiyorum, yerin altı, yerin üstü, sadece varlığını bildiğim bir su.

Vadide bir patika uzanıyor. Çok az bir kısmını görüyorum. Nereye gittiği konusunda bir fikrim yok.

Ağaca dokunmak istiyorum, konuşmak ister gibi bir hali var. Kabuğu pütürlü, yarık, dokusu kaygan, tuhaf bir ağaç. Dalları kalın olmasına rağmen gökyüzü görünüyor. Gövdesine sarılıp yukarı bakıyorum ve sanki bu ağaç göğün ardına kadar uzanıyor.

Ağacın en yakın dalı bile uzakta. Tırmanmak mümkün değil.


Simsiyah bir damla, boşlukta asılı duruyor, civa kadar yoğun, boşluk kadar karanlık.

Bu siyah damla bir mürekkep damlası, belki yazdıklarımın hepsi bu kadarcık mürekkep ediyor ve silinmesi imkansız bir kirlilikte. Hangi su temizler mürekkebi?

Tuesday, January 10, 2012

Tembellik

Gördüğüm en tembel insanlardan biriyim. Bunu tevazu olsun diye söyledim. Belki de en tembelimdir.

Bunu bir hastalık gibi kabul ediyorum, mecbur olduğum, tedavisi olmayan bir hastalık gibi. Kendimi hastalıktan kurtardığımı düşündüğüm bazı dönemlerim oldu ama kendimi bıraktığımda yeniden tembelliğin o nazik ve sıcak kucağına döndüm.

Tembellik derken, hiç bir şey yapmamak anlamında söylemiyorum, yapmam gerekeni yapmamak anlamında söylüyorum. Benim gibi tembellerin kendilerine meşgale yaratmak konusunda özel yetenekleri vardır, o kadar ki bu meşgaleler sayesinde meslek sahibi olabilirler. Benim mesleğim de, meslekten kaçışım da bilgisayarla alakalı olduğu için tuhaf bir durum ortaya çıktı seneler boyunca, misalen okumam gereken makaleyi, yazmam gereken programı bir yana atıp, hiç alakam olmayan konuları öğrenmeye, belki bir gün lazım olur diye kendimi kandıra kandıra devam ettim. Sonunda öğrendiğim konular da işime yaramadı değil, bilgisayarda etrafta gördüğüm en verimli insanlardan biriyim, misalen çok az insan XMonad pencere yöneticisiyle ne kadar hızlı çalışıldığını bilir veya pek azı Emacs'teki yeteneklerin farkındadır. Sadece bilgisayar meraklısı dediklerimiz değil, mesleği bu olan insanların da pek çok bu konuları bilmez. Ben bilirim. Ama onlar benden daha başarılı olurlar, çünkü ben bu tuhaf konuları öğrenmeye devam ederken, onlar ödevlerini gayet verimsiz şekilde Word'de yazmakta, Windows'u mouse'la kullanıp, benim günde kazandığım üç saniyeyi kaybetmekteydiler. Hayat adil değil.

Dediğim gibi, tembelliği hastalık olarak kabul edip üzerinde devamlı çalışmam gerekiyor. Akşamları yüksek kolesterol için aldığım statinler gibi, oturup yapılacak işler listemi gözden geçiriyorum. (Bazen o kadar uzun sürüyor ki, anlatamam.) Deneye yanıla öğrendiğim türlü çeşit teknikleri düşünüyor, kendime yeni bir teknik icad ediyor, belki bu defa çalışır deyip, birkaç günlüğüne onu deniyorum. Mesela bugün zaman dilimlerine göre ayrılmış ( yapılacak demenin moralimi bozduğunu düşünüp adını zamanında yapıldak olarak değiştirdiğim) işler listemi, önem sırasına göre tasnif ettim: A Work, B Play, C Outside, D Write, E Internet. (Neden İngilizce diye soracak olursanız, ne bilem, aklıma öyle geldi derim.)

Genel olarak bu listeye yazdığım hemen hiçbir şeyi yapmam, eski listelerim büyür büyür, sonra kabuslarımda beni kovalamaya başlar, sonra ben de onlardan kaçmak için işi falan bırakır, kendimi depresyona sokardım. Artık ne yapıyorum? Oturup her gün bu listeden on tane elemanı Purgatory (yani araf ) isimli bir listeye gönderiyorum. (Buna yarından itibaren başlayacağım, araf henüz boş.) Listenin üstünden geçip, hangi on tanesini yapmayacağımı düşünürken, diğerlerine karşı içimde bir sevgi oluşmasını bekliyorum. Liste uzamadığında umulur ki kendimi daha iyi hissederim ve belki listedeki bazı işleri yapmam da mümkün olur.

Çok karmaşık, ancak bir hesap tablosu yardımıyla bulunabilen günlük bir performans puanım var. Doktoraya ne kadar çalıştım, Ali'ye kaç defa Şahım Ali Aba'ya söyledim, namazların hangilerini zamanında kıldım gibi bissürü kriter mevcut hayatımda; bunları takip ediyorum. Şu sıralar telefon sayesinde hangi işe kaç dakika ayırdığımı takip etmeye başladım. Sırf takip edebilmek için çalışıyor olabilirim. Yes.

Bir de giderlerin tıkanması prensibi var. Normal ve dirayetli bir insan Internet'in önünde üç saat oturduktan sonra artık yeter, bi kalkıp yürüyeyim falan diyor sanırım. Benim beynimin bu artık yeter diyen kısmı pek gelişmemiş olduğundan, harici şeylerin bana artık yeter demesi gerekiyor. Mesela evin Internet'inin HTTP portları (yani web sayfalarına yapılan bağlantılar) saat 22:30'da kapanıyor. Siz de bu sayede bu yazıları okuyorsunuz, aksi halde sabaha kadar Reddit'inden girip, Reader'ından çıkar, bir ihtimal (kimsenin pek de umurunda olmayan) paylaşımlarda bulunur, ama asla bu yazıyı yazacak kadar kendimi toplayamazdım. (Bu yazıdan önce yirmi dakika yürüyüş yaptım ve yatsıyı kılmış durumdayım, bilmem anlatabiliyor muyum?)

Benim gibi insanların tembelliklerinin sebebinin yaptıkları işi yeterince büyük görmeyişleri olduğunu düşünüyorum. Bir şey listeye girdiğinde, sınıftaki ebleh kızlar (veya oğlanlar) hayatları ona bağlıymış gibi davranmaya başladığında, veya basitçe o kadar da önem verilmesi gereken bir şey olmadığını farkettiğimizde; kaçmak istiyoruz. Başka işler buluyoruz, daha önemli olduğunu düşündüğümüz işler. Tabi ki bunlar daha önemli değil, normal şartlar altında insanın yapması gereken işi yapması, ya da yapması gereken işi değiştirmesi gerekir. Bir okulda okumayı sevmiyorsan, çıkar başka bir okul okursun, işini sevmiyorsan, sevdiğin bir iş yaparsın falan ama benim gibiler, gittikleri okulun da, değiştirdikleri işin de aynı sonuca yol açacağını bildiklerinden pek uğraşmak istemezler. (Tembel ya!)

Bunun çözümünün büyük bir iş yapıyormuş gibi hissedeceğim ve arada ufak işleri halledebileceğim bir meşgale bulmak olduğu hipotezini deniyorum. Yapmam gereken işleri yan etki olarak halletmek, istemem yan cebime koy tarzında, bu benim yapacağım bir iş değil ama hadi bari büyük iş hürmetine halledelim gibi. Benim şu sıralardaki büyük işim, kendi tembelliğimin çaresini bulmaya çalışmak. (Biraz da zayıflamak tabi, 18 kilo fazlam vardı, artık 13 kilo fazlam var, 70 gündür şeker yemedim, hafta 400 dakika kadar yürüyorum.) Tembelliğimin çaresine bakarken, bir yandan da doktoraya çalışıyor, yazı yazıyor, yürüyor, namazları kılıyor, oturuyor, dişlerimi fırçalıyor ve hasılı günde yaklaşık otuz farklı çeşit iş yapıyorum. Yapılan işlerin hiçbiri müstakilen çok değerli işler değil ama ben tembelliğimin çaresi ararken onlar da aradan çıkıyor.

Bu yazıyı elli dakikada yazmışım mesela, hmm.

Monday, January 9, 2012

Kepçe Sapı

Blog ismi vermekten sıkılıyorum, herhangi bir anlamı olan bir şey değil. Yazdığım yerler zaten ilk gelene dostça bir merhaba diyen yerler değil, yazının kendisinden keyif almayan insanın veya doğru yazıyla karşılaşmamış kişinin bir daha uğramayacağı cinsten yerler. İsim vermesem de olur belki. Sadece en son yazıyı gösterecek, altında da Arşiv ve RSS diye iki link olacak bir tema yapmalı.

Okunması rahat olsun diye yazılar farklı blog sistemlerinde yayınlanıyor, ben Posterous'a gönderiyorum, o da ana sayfası blog.eminresah.com adresine, tumblr'a ve Blogspot'a gönderiyor. Blog isimlerinden kısa sürede (yaklaşık bir günde) sıkıldığım için bunların hepsinin adı ayrı kalmış olabilir.

2005'te yazmaya başladığımda, isim meselesine daha önem veriyordum ve adını Logos Peregrini koymuştum. En uzun süre dayanabildiğim isim bu oldu, hedefsiz gezginin sözü demek. Dün yeniden isim için kaşıntı tutunca bu isme dönmek istedim, bu sefer logos'u Grek harfleriyle yazarak.

Blogculuk işinden zaman zaman sıkıldığımı hissediyorum. Formunun tam kafama göre olması, yani olmaması dışında cazip gelen pek fazla tarafı yok ama bırakmak cesaretinde değilim.

Daha iyi yazılar yazmak isterdim. Hemen her zaman okuyanların zamanını boşa harcıyormuşum gibi geliyor. Blogun adını zamanınızı çalıyorum, afedersiniz falan koymalı.

Esir

Her sabah işe farklı yönden gelen adam bekardır diye bir söz okudum, kendi nefsine her akşam farklı açılardan dönüş yapana ne demeli?

İnsan kendine esirdir. Bırakıp gidemeyeceği bir savaşta, sürüklemek zorunda olduğu canı ve aklıyla esirdir.

Esareti tatmak herkesin harcı değil. Çokları esareti tatmakla değil, elinde kalanı satmakla meşgul; zincirlerini, ayaklarını ve gözlerini. Sahip olduğunu sandığı zamanın izini sürmekle meşgul. Hayatın kendisinden fazlasına ihtiyaç duymadığını ummakla. Ve yine de durmadan şikayet etmekle.

Şikayet şikayet. Esaretten değil, zincirlerinden değil, o zincirlerin yeterince parlak olmadığından şikayet, bağlandığı direğin yüksekliğinden şikayet, altında yattığı güneşin, varlığın göğündeki ışığın yakmasından değil, günbatımındaki renklerden şikayet. İnsan neyi arzuladığını bilmediği gibi, neden şikayet edeceğini de bilmiyor.

Kendini bağlayacak bir direk bulursa seviniyor, direğin yanında bir kulübe varsa muhteşem, başka esirleri görebiliyor ve onlara kendi zincirlerinin şakırtısını duyurabiliyorsa daha da güzel. Her şey bundan ibaret, zincirler ve şakırtısı. Tüm hayatı bunu dinlemek ve dinletmeye çalışmakla geçirenler var.

Saturday, January 7, 2012

Haber

Bir felsefeci için tüm haberler dedikodudan ibarettir ve onları yazan ve okuyanlar çay partisindeki kocakarılar gibidir demiş Henry. Duygularıma tercüman olmuş.

Memleketimizin sürekli kriz halinin aptallaştırdığı çok insan var. Haber bağımlısı. Günde iki doz krizum yutmayınca kendine gelip yaşadığını anlamayan. Haber de yetmeyince Sosyal Medya denen gevezeliğe sardıran, haberin iki sınıf altı dedikodulara bakan, oradan, esfel-i muhaberat magazine dalan.

Bir de tepki falan veriyorlar. [Yanlış yazdım ama yakıştı] Başbabak şöyle demiş, Kelkabak böyle yapmış, sosyal medya da bunlarla çalkalanıyormuş. Hayatımızın orta yerindeki abullabut varlıkları yetmezmiş gibi bir de borazancılarıyla uğraşıyoruz.

Şahsen yeni gazete bana fazlasıyla hamur, tazeliğinden hemen mideye oturuveren bir şey gibi gelir hep, eski gazete severim ben, aylar geçsin ve neyin önemli olduğu görülsün, hem de anlayalım, o zaman ne yazılmış, şimdi ne olmuş ve biz buradan ne öğreniriz? Yeni gazeteden öğrendiğinizden fazlasını eskisinden öğrenirsiniz, okumayı bilirseniz.

Oyh, ama haber meraklısı insanlar; aynı haberi döndür dolaştır oku, dinle, seyret, ağzı gözü oynayan spikerlerden bir daha dinle, bir daha dinle, ben herhangi bir filmi, üzerinde çalışılmış, emek verilmiş, dert sahibi bir filmi bile ikinci defa seyredemiyorum; adam aynı haberi yirmi defa seyrediyor.

Hayal Nehri (i)

Koşan bir adam. Eğik bir yolda, çıldırasıya koşuyor. Nereye gittiği meçhul, önü sis, arkası sis, yanı sis. Yol toprak, aralarda gri taşlar.

Yol bir yüzüğün içi. Adam koşuyor koşuyor ama aynı yüzüğün içinde dolanıyor. Etrafı sis, çünkü yüzüğün parmağı yok, yüzük parmağa geçtiğinde adamı yoldan atacak.

Sise düşecek, kimsenin geri dönmediği sise. Herkesin kaçtığı sise.

Adam koşuyor, sisin kendisini kovaladığını sanıp koşuyor, hayat gailesi dedikleri korkuyla koşuyor. Dursa sis de duracak, yürüse sis de yürüyecek, belirlenmiş bir vadeye kadar yüzükte öyle veya böyle kalacak. Ama korkmuş sisten, onun kendisini yutacağından. Koşuyor.


Bir F-16 sivri bir dağa doğru uçuyor. Elim uzansa batacakmış gibi duran sivri bir dağ. Bulunduğum yer gölge, dağlar güneşli, aydınlık bir hava yeşertmiş eteklerini. Ben gölgede, yağmur altında, uçağın o sivri tepeye doğru ilerlemesini seyrediyorum.

Manevra yapıyor ve kayboluyor. Sivri tepe yerinde, hepimizin korkusu, bulutların yol verdiği sivri tepe. Bir kraterin etrafında dizilmiş ve hükümperver bakışlarla tüm yeryüzünü seyreden oniki sivri tepe. Aralarında biri en büyük, hep olduğu gibi, çünkü aramızda her zaman bir en büyük vardır.


Bu ikisinden çıkardığım, hızlanmam gerektiği oldu. Doğru mudur yolun ve dağın sahibi?

Wednesday, January 4, 2012

Ölüm(süzlük) Üzerine

Son zamanlarda ölüm hakkında iki yazı okudum ve bir konuşma dinledim. Yazıların biri doktorların ölümü nasıl karşıladığıyla, diğeri ölüm öncesi pişmanlıklarla ilgiliydi, konuşma ise ölümden kaçmanın nasıl mümkün olacağına dair.

(Hepsine link verecektim ama genelde eposta dışında Internet'in kesik olduğu bir zamanda yazıyorum. Notlarda varsa link veriyorum, aksi halde olamıyor. Önceki yazılara yazılan yorumlara da, çok istediğim halde cevap veremedim.)

Yazıların ilkinde doktorların öleceklerini anladıklarında hastalara uyguladıkları uzun tedavilerden kaçındıklarını ve aileleriyle beraber daha çok zaman geçirip, kendilerini ölüme hazırladıklarını anlatıyordu. Evinde huzur içinde ölmek diye tabir edilen hadise. Doktorların bazısı, kalp krizi halinde CPR (kalp masajı) uygulanmaması için madalyon takıyormuş. Hatta madalyonda yazan NO CODE ibaresini göğsüne dövme yaptıran bile varmış. Zira, diyor yazar, şu kadar sene içinde CPR uygulanıp da hastaneden yürüyerek çıkan sadece bir kişi gördüm, onun da zaten kalbinde bir sorun yoktu. Doktorların ölüme bakışının tedavide rezil olmak üzerine kurulmuş olması ve birkaç ay daha yaşamak uğruna kendilerini yormayışları, doğrusunu söylemek gerekirse, pek de ilginç gelmedi. Çünkü bunun böyle olduğunu tahmin ediyordum. Senelerce ölüme ve hayata rasyonel biçimde bakmaya alışmış insanların, konu kendileri olunca da en rasyonel tercihte bulunacaklarını ve ömürlerine katacakları günlerden daha fazlasını harcayacakları tedavi süreçlerine girmek istemeyeceklerini tahmin etmek zor değil. Bir de, sigara ciğerlerine çekişlerinden falan da anlaşıldığı kadarıyla, bir çoğu ölümü yaptıkları işten de bir kurtuluş olarak görüyor.

İkinci yazı ölüm vakti yaklaşmış hastalarla beraber bulunan bir hemşirenin, bu insanların paylaştıkları pişmanlıklarını aktarıyordu. Genelde başkalarının istediği şekilde yaşamaktan, kendi istedikleri gibi yaşamadıklarından pişman oluyormuş insanlar, o kadar çalışmasaydım diyorlarmış. Bu da sürpriz değil, çünkü insanlar neredeyse ölümü unutmak için çalışıyor ve kendilerine ölümü unutturabileceğini umdukları tüm toplumsal cihazları deniyor. Bu kaçışın en kolay yolu da çok çalışmak, diğer insanların arasında muteber bulunabileceği mevkilere gelmek, sosyal konumun şartlarını yerine getirmek falan. İnsanlar herkesle dost olmaya çalışıyor, ancak önce kendileriyle, sonra aileleriyle dost olmaları gerektiğini unutuyor. Ölüm görünüp çattığında, elbette tüm bu sahte hedefler yok oluyor ve insanlar hayatlarını daha çıplak değerlendirme fırsatı buluyor. Pişmanlık acı bir şey.

Konuşma ise (inşallah doğru hatırlıyorumdur) Audrey de Grey'in TED konuşması. 2005 yılından sanıyorum. Bu konuşma ölümü yenmek üzerine ancak bunu Singularity mezhebinden olanlar gibi insanın yarı (veya tam) bir bilgisayara dönüşerek değil, biyolojik sorunların birer birer çözülmesiyle olacağını iddia ediyor. Roketlerin yerçekimini yenmesi için gerekli minimum hız gibi, insan ömrünün uzamasındaki hızın artmasıyla, insanların ölümsüz hale geleceklerini, çünkü mesela 100 yaşındaki birisi 200 yaşına gelinceye kadar, ortalama ömrün 300 yıl olacağını, 300'e gelinceye kadar, ortalama ömrün 800 olacağını falan söylüyor. (Buna benzer bir hikayeyi Zeno da anlatmıştı sanırım, ama tersinden.) Nasıl olacak? sorusuna da, her onyılda bir iki sene uzuyor zaten diyor, teknoloji biraz daha hızlanıp, tedaviler ilerlediğinde insanın ömrü de otomatikman uzayacakmış. (Merak ettiyseniz, Singularity'ciler daha basitçe, 2040'a kadar dişinizi sıkarsanız, ondan sonra hayatın (ve ölümün) tüm meselelerini namütenahi zeki bilgisayarlar çözecek diyor. İnşallah bu bilgisayarlar yeryüzünün dengesini bozan türü ayıklayıp, yeniden doğal denge kurmaya kalkışmaz.)

Gençliğimin ilk sıkıntıları zamanında kendime şöyle bir soru sormuştum: Biri bana ölmek için son günün bugün olduğunu, yarından sonrasının artık sonsuz hayat olduğunu söylese ne yaparım? Ancak böyle bir durumda intihar edilebileceğini, daha öncesinin anlamsız olduğuna kanaat etmiştim. (Muhtemelen intihar etmeyi falan da düşünmüşümdür, hatta nasılsa ölüm hak deyip intihar vazgeçmiş de olabilirim. Net hatırlamadığım için düzgün aktarmam mümkün değil ama en azından başka birinin başına gelmiş gibi hatırladığım kadarıyla çok zor zamanlarım olmuştu.) Şimdilerde artık sonsuz yaşamaktan da, yarın ölebilecek olmaktan da bu kadar korkmuyorum; fani ve çaresiz bir insan olduğumu, duygularımın, korkularımın, düşüncelerimin, kararlarımın Allah'ın elinde olduğuna şahitlik ettikten sonra, böyle sorularla da uğraşmaz oldum. Hayatın kendisi de artık o kadar sıkıcı değil.

Ölüm belli olduktan sonra insanların ilk yazıdaki doktorlar gibi davranmasını engelleyen, yine ikinci yazıda bahsettiği pişmanlık kaynakları. Hayatta kalmak adına anlamsız da olsa bir şeyler yapmış olmak tercih ediliyor. Bunda suçlanacak bir taraf göremiyorum, insanların derdi sonuçlar değil, çok defa çalışmış gibi görünmek, üzülmüş gibi görünmek, uğraşmış gibi görünmek. Yeryüzü gibi görünmek oyunu etrafında dönüyor, doktorlar da ölümle başbaşa kalmadıkları sürece tedavi ediyormuş gibi görünmek zorundalar.

Ölümden kaçma konusu ise ne kadar heyecanlı bir konu… Şahsen bunun feasible olduğuna inanmıyorum. Biyolojik hayatın yıldızlar ve galaksiler çapında düşünüldüğünde olması gerektiğinden pahalı olduğuna inanıyorum ve (nasıl olacaksa) biyolojik olmayan hayatın da bir insan hayatı olmayacağını düşünüyorum. Eğer bir gün hayat Güneş Sistemi dışına çıkacaksa, muhtemelen insan olmadan çıkacak, çünkü bir insanı uzayın derinliklerine göndermek, Dünya'nın altından kalkabileceğinden daha pahalı olabilir. Çiplerde yaşayan zekalar icad edip, onların geri kalan macerayı yönetmeleri muhtemelen daha ucuz olur. (Neden bütün uzaylı filmlerinde hep biyolojik canlılar olur, bunu da anlamıyorum; o kuyruklu muyruklu koca kafalı yeşil saçma şeylerin burada ne işi var? Neden kocaman ve hantal gemilere o kadar kaynak ayırıyorlar?)

Ben bu ölümden kurtuluş hikayelerinin hepsinde, bir tür olarak insanın sonunu görüyorum. Uygun teknolojiler geliştirilemezse çevre felaketleri, savaşlar ve nüfus artışından; geliştirilirse de insanın artık müstakil bir tür değil, makinelere bağımlı tuhaf bir hibrid olmasıyla son bulacak bir hikaye görüyorum. Ölüm üzerine fazla yorulmaya gerek olmamasının sebebi de bu.

Tuesday, January 3, 2012

Hayat Irmağının Kaynağı

Ateizmi gözümde korkutucu kılan taraf, irade atfedilmiş bir tanrıyı inkar etmesinden çok, gördüğümüzün ötesinde bir anlam olduğunu kabul etmeyişi. Bir ilahın varlığına, gözü görmediği sürece inanmayacak insanların her zaman varolacağı ve yaptıklarının günlük mantık ve bilgilerini uygun olmayan bir alanda kullanmak olduğunu düşünebiliriz; ancak hayatın şu elimizde varolandan ötede bir anlamı, kaygısı olmadığını iddia etmek bambaşka bir sabırsızlık.

Kör adamın ışığı inkar etmesi gibi bir sabırsızlık, hatta körün daha çok sebebi var ışığı inkar etmek için.

Ateistlerin tanrı fikrini pek de öne almayan Budizm gibi dinlere bakışını okuyorum zaman zaman. Tanrıya nasıl bakıyorsa, mesela tenasuha (reenkarnasyona) da öyle bakıyor veya yeryüzünde, olabildiğince seküler olsa ve psikolojik, bilimsel falan bir açıklaması mümkün olsa bile, aydınlanma denen şeyin varolabileceğini inkar ediyor. Elimizdeki hayat, sadece bilimsel yoldan öğrendiğimiz neyse, o kadar, daha fazla bir anlam taşımıyor. Bilimin de bize öğrettiği, malum, olmaması olmasından sonsuz kat muhtemel çeşitli olayların sonucu burada olduğumuz ve bütün bunların hemen hiçbir anlamı olmadığı. Teleskoplarımızın gördüğü trilyonlarca yıldızdan herhangi birinin herhangi bir gezegeninin herhangi bir kaya parçası neyse, aha benim kafamın içindeki beyin de o kadar. Maşallah.

Bu zemin üstüne bilimsel kaynaklı, vay şunu biliyoruz, vay bunu öğrendik, vay o teleskoplar kadar büyüğüz melodili anlam arayışları var. Bir iş Allah'ın hikmeti olunca saçma oluyor ama evrimin mucizesi olunca, hayatın anlamı, güzelliği falan oluyor. Şahsen Allahsız bir anlam peşinde koşmadığım için tecrübe etmeye çalışmadım ama anladığım kadarıyla bu anlamsızlıktan anlam çıkarma edebiyatı böyle işliyor. Bir yandan da dindarlarla dalga geçerek falan tabi, kolay çünkü, en önemli gördüğü insan 1400 (veya 2000 veya 2500) sene önce, farklı bir coğrafyada, farklı bir kültürde yaşamış ve onun gibi yaşaması gerektiğine inanan biriyle dalga geçmek.

Bir faaliyet olarak bilimin tanrı hipotezini kabul etmeden başlamasını anlıyorum, bunun doğru bir yöntem olduğuna da inanıyorum; herhangi bir meseleyi ele alırken tanrı hipoteziyle başlamak zaten biraz anlamsız olur, zira tanım itibariyle tanrı o meselede de, diğerlerinde de söz sahibidir. İki kütlenin birbirine ne kadar gravitasyon uyguladığını bulmaya çalışan biri, meseleye tanrı ile başlamaz, inansa da başlamaz, inanmasa da başlamaz; zira tanrıyla başlayınca, neden böyle? sorusunun otomatik cevap tanrı öyle yaratmış olur. Yapraklar neden sararır?, Tanrı öyle yaratmış, Gözümü kırpmayınca neden yanmaya başlar?, Tanrı öyle yaratmış… ilh.

İnsanların cevabını bulamadıkları soruda su koyverip, tanrı öyle yaratmış demeleri gerçek bir cevap değildir, bilmiyorum demektir. O zamana kadar tanrı öyle yaratmış denilen soruların cevaplarını bulduğunu düşünen insanın, sonunda tanrıya yer kalmayacak demesi de, tanrının sadece o sorulara verilen bir cevap olduğunu düşünmesinden kaynaklanır.

Aslında Hz. Musa'ya bize göstermediğin sürece senin rabbine inanmayacağız diyenlerin söylediklerinden pek farklı değildir. Tanrıya baktım, burada da yok, oraya baktım, orada da yok diye gezebilirsiniz yeryüzünü, hatta uzaya çıkıp orada olup olmadığına da bakabilirsiniz, çünkü tanrıya inanmak için görmeniz gerekiyordur, görmediğiniz sürece inanmayacaksınızdır. (Güya bilimsel olarak tanrıyı göstermeye çalışanların da, aynı avanaklığa hizmet ettiğini düşünüyorum, Tanrıya Koşan Fizik diye bir kitap okumuştum çocukken, koşa koşa sanırım CERN'e kadar gitti, tanrı parçacığı oradadır diye.)

İman sahibini iman ettiren bilimsel bir takım faraziyeler değildir, waw, adamlar Big Bang diyor hacı deyip de, insanlar iman etmez; çünkü bir araç olarak bilim, insanı tanrıya götürmez, götürse götürse insanı ne kadar manasız bir varlık olduğuna götürür. Tanrı (varsa bile) bilimsel olarak o kadar galaksiden, kainattan kafayı kaldırıp da, vasat bir galaksinin, saçma bir yerindeki vasat bir yıldızın etrafında dönen vasat bir gezegende birbirini yiyen altı milyar insan evladıyla uğraşmaz, kesinlikle yapacak daha önemli işleri vardır.

Dini bir defa bilimin diliyle anlatmaya başlayınca, bilimin sorduğu tüm sorulara da cevap verebilmeniz gerekir. Bu da tüm neden böyle? sorularına çünkü Tanrı şunu istemiş diye bir cevapla olur. Var mı böyle bir cevap? Yok. Olması zaten tanrıyı göstermek demek. O halde bilimle neden? sorularında dans etmeye çalışmanın da bir anlamı yok.

Ancak bilime ne olduğunu hatırlatacak şeyler söylemek mümkün. Madem tanrı yok ve her şeyi bilimden bekliyoruz, mesela benim ne kadar yaşayacağımı söylemesini istemem makul. Her şeyi bildiğine göre, bunun da bilimsel bir açıklaması olmalı, değil mi?

Değil. Çünkü mesele istatistiklerin çalıştığı milyonlar mertebesinden birler, ikiler mertebesine indiğinde, aslında bilimin bu konulardan pek de bir şey anlamadığını görüyoruz. Eh, evet, kendimi yüksekçe bir yerden atarsam öleceğimi biliyorum ama bunu bilmek için bilime fazlaca ihtiyacım yok zaten.

Gerçekte bu gece ölüme yüzde kaç yakın olduğum konusunda hiçbir bilimcinin bir fikri yok. Çünkü ileriye dönük tahminlerde gereken hesaplamayı yapamıyoruz. Kainatın yarın nasıl bir yer olacağını hesaplamak için kainat kadar bilgisayar lazım ve kainatın yarın nasıl bir yer olacağını hesaplayamayınca, her şey birbirine bağlı olduğu için, yürürken bir astroidin altında kalıp kalmayacağımı veya dünyanın manyetik kutuplarının yer değiştirmesini neticesi amuda kalkmayacağımı bilemiyorum. Bu ihtimaller çok ufacık olabilir ama biliyoruz ki, bilimsel açıklamaya göre hayat benzer ölçüde ufak ihtimallerin arasından sıyrıldı.

Geriye dönüp eğer öyle olmasaydı, biz burada olmazdık demek kolay, hele bana şunun yarınını bir anlatıver.

Bilimi, çalışma usulünü öğrenip, hatta bilim üretmeye başladıktan sonra, dinin söylediklerine burun kıvıranların daha yüksek bir anlam üretmediklerini de görecektir insan. İnsanların tarihin başından beri sahip olduğu tek ortak düşünce olan tanrı düşüncesinin, saldırması ve dalga geçmesi kolay bir düşünce olması, şunu da açıkladık, bunu da açıkladık diye şişinecek sebep arayanların, açıklayamadığımız tanrı olmaz olsun, açıklarsak da zaten tanrı değildir diye devam etmeleri normal. Velakin bu asıl soruya, hepsi bu kadar mı? veya bunların hepsinin ne gereği vardı? sorusuna cevap değil. Evet bu kadar demek işine geliyor olabilir ama bilimsel olarak aslında siz de diğerleri kadar cahilsiniz bu konuda.

Şahsen masamın üstünde duran kalemlerin orada durmasını, parmaklarımın hareket etmesini, nefes almamı, düşünmemi ve bilmemi sağlayan Allah'a iman etmeyi, sabırsızca hepsi bu kadar demeye tercih ediyorum, ve yine şahsen meselenin bu kadar olmadığıına, ancak yaratılmışların hiçbirinin bilimsel açıklama peşindekilere doyurucu cevap veremeyeceğine inanıyorum. Bir merdiven nereye dayanırsa, ancak oraya çıkar; bilim de insan aklına dayandığı sürece, onun çıkmak istediği yere çıkacaktır.

(Bu yazıyı muhyi isminin ilhamıyla yazdım.)

Hamiş: Yazarken, İbn Sina'nın, Allah'ın ilminin küll'ü kapsayıp, cüz'ü kapsamadığına dair düşüncesi aklıma geldi. Aristo felsefesiyle, Kitab'ı birleştirmek hedefiyle söylediği bir söz. Bunun tam tersinin, yani Allah'ın cüz'ün tamamını ilmiyle ihata ettiği, ancak küll'ün insanın aceleciliğinden kaynaklandığını düşündüm. Allah insanın zihninin faniliğinden dolayı ihtiyaç duyduğu küll'e ihtiyaç duymaz, çünkü Allah'ın cüz'lerin tamamını kuşatan bilgisi vardır. (Yani elmaların hepsi onun için farklı nesneler olabilir, onları ayrı ayrı bilir, tümüne birden elma demesi gerekmez.) Bilim küll'ü bilmeye uğraşırken, cüz konusunda ne kadar aciz olduğumuzu ortaya koyuyor; parçacıklar veya insanlar bir araya geldiğinde, istatistik olarak belli kurallara uyuyorlar, ancak ayrı ayrı ele almaya çalışınca, ne kadar tuhaf davrandıklarını görüp şaşırıyoruz. Heisenberg belirsizliği, bireysel psikolojinin toplumsal psikolojiden farklı olması… Bunu belki müstakilen yazarım, belki burada kalır. (Küll/cüz, Türkçe felsefe terimlerinde tümel/tikel diye geçiyor, hangisi hoşunuza giderse.)

Hayat Irmağının Kaynağı

Ateizmi gözümde korkutucu kılan taraf, irade atfedilmiş bir tanrıyı inkar etmesinden çok, gördüğümüzün ötesinde bir anlam olduğunu kabul etmeyişi. Bir ilahın varlığına, _gözü görmediği sürece_ inanmayacak insanların her zaman varolacağı ve yaptıklarının günlük mantık ve bilgilerini uygun olmayan bir alanda kullanmak olduğunu düşünebiliriz; ancak hayatın şu elimizde varolandan ötede bir anlamı, kaygısı olmadığını iddia etmek bambaşka bir sabırsızlık. Kör adamın ışığı inkar etmesi gibi bir sabırsızlık, hatta körün daha çok sebebi var ışığı inkar etmek için. Ateistlerin tanrı fikrini pek de öne almayan Budizm gibi dinlere bakışını okuyorum zaman zaman. Tanrıya nasıl bakıyorsa, mesela tenasuha (reenkarnasyona) da öyle bakıyor veya yeryüzünde, olabildiğince seküler olsa ve psikolojik, bilimsel falan bir açıklaması mümkün olsa bile, aydınlanma denen şeyin varolabileceğini inkar ediyor. Elimizdeki hayat, sadece bilimsel yoldan öğrendiğimiz neyse, o kadar, daha fazla bir anlam taşımıyor. Bilimin de bize öğrettiği, malum, olmaması olmasından sonsuz kat muhtemel çeşitli olayların sonucu burada olduğumuz ve bütün bunların hemen hiçbir anlamı olmadığı. Teleskoplarımızın gördüğü trilyonlarca yıldızdan herhangi birinin herhangi bir gezegeninin herhangi bir kaya parçası neyse, aha benim kafamın içindeki beyin de o kadar. Maşallah. Bu zemin üstüne bilimsel kaynaklı, _vay şunu biliyoruz, vay bunu öğrendik, vay o teleskoplar kadar büyüğüz_ melodili _anlam arayışları_ var. Bir iş _Allah'ın hikmeti_ olunca saçma oluyor ama _evrimin mucizesi_ olunca, hayatın anlamı, güzelliği falan oluyor. Şahsen Allahsız bir anlam peşinde koşmadığım için tecrübe etmeye çalışmadım ama anladığım kadarıyla bu _anlamsızlıktan anlam çıkarma_ edebiyatı böyle işliyor. Bir yandan da dindarlarla dalga geçerek falan tabi, kolay çünkü, _en önemli_ gördüğü insan 1400 (veya 2000 veya 2500) sene önce, farklı bir coğrafyada, farklı bir kültürde yaşamış ve onun gibi yaşaması gerektiğine inanan biriyle dalga geçmek. Bir faaliyet olarak bilimin _tanrı hipotezini_ kabul etmeden başlamasını anlıyorum, bunun doğru bir yöntem olduğuna da inanıyorum; herhangi bir meseleyi ele alırken tanrı hipoteziyle başlamak zaten biraz anlamsız olur, zira tanım itibariyle tanrı o meselede de, diğerlerinde de söz sahibidir. İki kütlenin birbirine ne kadar gravitasyon uyguladığını bulmaya çalışan biri, meseleye _tanrı_ ile başlamaz, inansa da başlamaz, inanmasa da başlamaz; zira tanrıyla başlayınca, _neden böyle?_ sorusunun otomatik cevap _tanrı öyle yaratmış_ olur. _Yapraklar neden sararır?_, _Tanrı öyle yaratmış_, _Gözümü kırpmayınca neden yanmaya başlar?_, _Tanrı öyle yaratmış_... ilh. İnsanların cevabını bulamadıkları soruda su koyverip, _tanrı öyle yaratmış_ demeleri gerçek bir cevap değildir, _bilmiyorum_ demektir. O zamana kadar _tanrı öyle yaratmış_ denilen soruların cevaplarını bulduğunu düşünen insanın, _sonunda tanrıya yer kalmayacak_ demesi de, tanrının _sadece_ o sorulara verilen bir cevap olduğunu düşünmesinden kaynaklanır. Aslında Hz. Musa'ya _bize göstermediğin sürece senin rabbine inanmayacağız_ diyenlerin söylediklerinden pek farklı değildir. _Tanrıya baktım, burada da yok, oraya baktım, orada da yok_ diye gezebilirsiniz yeryüzünü, hatta uzaya çıkıp orada olup olmadığına da bakabilirsiniz, çünkü tanrıya inanmak için görmeniz gerekiyordur, görmediğiniz sürece inanmayacaksınızdır. (Güya _bilimsel_ olarak tanrıyı _göstermeye_ çalışanların da, aynı avanaklığa hizmet ettiğini düşünüyorum, _Tanrıya Koşan Fizik_ diye bir kitap okumuştum çocukken, koşa koşa sanırım CERN'e kadar gitti, _tanrı parçacığı_ oradadır diye.) İman sahibini iman ettiren bilimsel bir takım faraziyeler değildir, _waw, adamlar Big Bang diyor hacı_ deyip de, insanlar iman etmez; çünkü bir araç olarak bilim, insanı tanrıya götürmez, götürse götürse insanı ne kadar manasız bir varlık olduğuna götürür. Tanrı (varsa bile) bilimsel olarak o kadar galaksiden, kainattan kafayı kaldırıp da, vasat bir galaksinin, saçma bir yerindeki vasat bir yıldızın etrafında dönen vasat bir gezegende birbirini yiyen altı milyar insan evladıyla uğraşmaz, kesinlikle yapacak daha önemli işleri vardır. Dini bir defa bilimin diliyle anlatmaya başlayınca, bilimin sorduğu tüm sorulara da cevap verebilmeniz gerekir. Bu da tüm _neden böyle?_ sorularına _çünkü Tanrı şunu istemiş_ diye bir cevapla olur. Var mı böyle bir cevap? Yok. Olması zaten _tanrıyı göstermek_ demek. O halde bilimle _neden?_ sorularında dans etmeye çalışmanın da bir anlamı yok. Ancak bilime _ne_ olduğunu hatırlatacak şeyler söylemek mümkün. Madem tanrı yok ve her şeyi bilimden bekliyoruz, mesela benim ne kadar yaşayacağımı söylemesini istemem makul. Her şeyi bildiğine göre, bunun da bilimsel bir açıklaması _olmalı_, değil mi? Değil. Çünkü mesele istatistiklerin çalıştığı milyonlar mertebesinden birler, ikiler mertebesine indiğinde, aslında bilimin bu konulardan pek de bir şey anlamadığını görüyoruz. Eh, evet, kendimi yüksekçe bir yerden atarsam öleceğimi biliyorum ama bunu bilmek için bilime fazlaca ihtiyacım yok zaten. Gerçekte bu gece ölüme yüzde kaç yakın olduğum konusunda hiçbir bilimcinin bir fikri yok. Çünkü ileriye dönük tahminlerde gereken hesaplamayı yapamıyoruz. Kainatın yarın nasıl bir yer olacağını hesaplamak için kainat kadar bilgisayar lazım ve kainatın yarın nasıl bir yer olacağını hesaplayamayınca, her şey birbirine bağlı olduğu için, yürürken bir astroidin altında kalıp kalmayacağımı veya dünyanın manyetik kutuplarının yer değiştirmesini neticesi amuda kalkmayacağımı bilemiyorum. Bu ihtimaller çok ufacık olabilir ama biliyoruz ki, bilimsel açıklamaya göre hayat benzer ölçüde ufak ihtimallerin arasından sıyrıldı. Geriye dönüp _eğer öyle olmasaydı, biz burada olmazdık_ demek kolay, hele bana şunun yarınını bir anlatıver. Bilimi, çalışma usulünü öğrenip, hatta bilim üretmeye başladıktan sonra, dinin söylediklerine burun kıvıranların daha yüksek bir anlam üretmediklerini de görecektir insan. İnsanların tarihin başından beri sahip olduğu tek ortak düşünce olan _tanrı_ düşüncesinin, saldırması ve dalga geçmesi kolay bir düşünce olması, _şunu da açıkladık, bunu da açıkladık_ diye şişinecek sebep arayanların, _açıklayamadığımız tanrı olmaz olsun, açıklarsak da zaten tanrı değildir_ diye devam etmeleri normal. Velakin bu asıl soruya, _hepsi bu kadar mı?_ veya _bunların hepsinin ne gereği vardı?_ sorusuna cevap değil. _Evet bu kadar_ demek işine geliyor olabilir ama _bilimsel olarak_ aslında siz de diğerleri kadar cahilsiniz bu konuda. Şahsen masamın üstünde duran kalemlerin orada durmasını, parmaklarımın hareket etmesini, nefes almamı, düşünmemi ve bilmemi sağlayan Allah'a iman etmeyi, sabırsızca _hepsi bu kadar_ demeye tercih ediyorum, ve yine şahsen meselenin _bu kadar_ olmadığıına, ancak yaratılmışların hiçbirinin _bilimsel açıklama_ peşindekilere doyurucu cevap veremeyeceğine inanıyorum. Bir merdiven nereye dayanırsa, ancak oraya çıkar; bilim de insan aklına dayandığı sürece, onun çıkmak istediği yere çıkacaktır. (Bu yazıyı _muhyi_ isminin ilhamıyla yazdım.) Hamiş: Yazarken, İbn Sina'nın, Allah'ın ilminin küll'ü kapsayıp, cüz'ü kapsamadığına dair düşüncesi aklıma geldi. Aristo felsefesiyle, Kitab'ı birleştirmek hedefiyle söylediği bir söz. Bunun tam tersinin, yani Allah'ın cüz'ün tamamını ilmiyle ihata ettiği, ancak küll'ün insanın aceleciliğinden kaynaklandığını düşündüm. Allah insanın zihninin faniliğinden dolayı ihtiyaç duyduğu küll'e ihtiyaç duymaz, çünkü Allah'ın cüz'lerin tamamını kuşatan bilgisi vardır. (Yani elmaların hepsi onun için farklı nesneler olabilir, onları ayrı ayrı bilir, tümüne birden _elma_ demesi gerekmez.) Bilim küll'ü bilmeye uğraşırken, cüz konusunda ne kadar aciz olduğumuzu ortaya koyuyor; parçacıklar veya insanlar bir araya geldiğinde, istatistik olarak belli kurallara uyuyorlar, ancak ayrı ayrı ele almaya çalışınca, ne kadar tuhaf davrandıklarını görüp şaşırıyoruz. Heisenberg belirsizliği, bireysel psikolojinin toplumsal psikolojiden farklı olması... Bunu belki müstakilen yazarım, belki burada kalır. (Küll/cüz, Türkçe felsefe terimlerinde tümel/tikel diye geçiyor, hangisi hoşunuza giderse.)

Sunday, January 1, 2012

Benzersiz

Benzersiz yaratmak. Fani olan kimsenin elinden gelmeyen bir hedef. Yaratıcılık kaynaklarını saklamayı bilmektir demiş Einstein, kendisi herhalde böyle yapıyordu. (Ben değil.)

De Chateaubriand da demiş ki orijinal bir yazar, kimseyi taklit etmeyen değil, kimsenin taklit edemediğidir. Bu daha uygun bir söz.

İnsan benzerliklerine muhtaç. Sevmediğim insanlarla aynı kelimeleri kullanmak, aynı sokağı, şehri, ülkeyi, gezegeni paylaşmak, aynı havayı teneffüs etmek ve benzer şeyler yemek zorundayım. Kendini benzersiz sandığı her nokta, benzediği diğerlerine nazaran tali noktalar. Hepimiz insan olmakla, onun getirdiği hayal kırıklığı ve duvarlarla çevrili insanlarız.

Benzersiz yaratmak el-mubdi olana mahsus. Onun dışındakilerin hepsi sadece taklit ediyor. İyiyi ve güzeli taklit edecek göz ve irade nasip eylesin.