Saturday, November 26, 2011

Kötülük Vazifesi

İnsanların bir kısmı bile bile kötülük yapıyor olabilir, ancak yeryüzünde insandan kaynaklı kötülüğün büyük kısmının iyilik veya vazife uğruna yapıldığını düşünüyorum.

Teorik ahlaki doğrulardan bahsederken hemen hiç kimseyle bir çatışma yaşamaz insan, doğru olmak, insanlara doğru yaklaşmak, kimseye zarar vermemek, kendine yapılmasını istemediğini başkalarına yapmamak falan. Dünyanın en musibet insanı da olsa, teorik bir zeminde ahlaki doğrularda uzlaşmak mümkündür; ortada kemik olmadığında.

Ancak somut olaylar sözkonusu ise, doğrular ve yanlışlarda bu kadar net uzlaşılamaz; orada kemiğin her ne şekilde olursa olsun edinilmesi gibi bazı başka ilkeler sözkonusudur, benim klanım, benim ailem, benim dindaşlarım, ben ve uzantılarım iyiye her zaman daha layıktır. Görevi kemiği ele geçirmek olanın soyut bir iyilik kavramına ihtiyacı yoktur; iyilik kendini o vazifeye göre tanımlar.

E�yanın tabiatı gereği, soyutlar, somutlara daha kolay uyar. Somut bir menfaat, soyut bir ahlaklılıktan daha çekicidir; menfaati ahlaka uydurmak zordur ama ahlak menfaate çok kolay uydurulur. İyi olmak kolaydır, menfaat her zaman ele geçmez.

Bunu ıskalayan veya görmezden gelmeye çalışan ahlakçıların sonu, ıskaladıkları bu kritere malzeme olmaktır. Diyelim ki, çok güzel ahlaki kurallarımız var, ancak insan tabiatının kötü tarafını, yeryüzünde kötü insanlar olabileceği gerçeği üzerinde durmuyoruz; herkesi kendimiz gibi sanıyoruz falan. Sonunda olacak olan, bizim güzel ilkelerimizin o kötü insanlar tarafından menfaat temininde kullanılmasıdır.

Misal mi? Mesela şehitlik kavramı. Normal şartlar altında hakkı ve hakikati savunmak için ölmek demektir; ancak bunu kendi düzenini korumak, kendi menfaatleri uğruna vatandaşlarını ölüme atmakta kullanır devlet. Mesela özel mülkiyet. Maksat insanların kendilerine emanet olan mülkü bilmeleri, onu bütün insanların lehine olacak şekilde kullanmaları, insanlar arasında ufak meseleler için ben/sen/biz/siz kavgası çıkmamasıdır, ancak özel mülkiyeti kullanıp insanlar birbirini sömürebilir, birbirlerine tasallut edebilir ve zulüm üretebilir. Mesela telif hakkı ve patent. Normalde yaratıcı düşünceyi ve sanatçıyı korumak içindir, ancak şirketlerin elinde bir hukuki silah haline dönüşür ve asıl maksadının tam tersine hedefler için kullanılabilir, sanatçı veya mühendis işin sadece kozmetik bir parçasıdır.

Menfaat sözkonusu olduğunda, paranın dini olmaz diye bir sözümüzün olması yeterince açıklayıcıdır. O sebeple, kişisel menfaatleri temin üzerinde söz söylemeyen, yani insanlara menfaat konusunda takla atmak, -mış gibi yapmak, menfaatlerine onu düşünmüyormuş gibi yaparak ulaşmak gibi seçeneklerden başka yol bırakmayan ahlak anlayışları içten içe çürümeye mahkumdur. Kiminin edebiyatı ahlak ve adalet üzerinedir, ancak derdi o kavramlar üzerinden menfaat temin etmek, maddi olamasa da, manevi bir sermaye biriktirmektir.

Bu sebeple kişisel menfaatler üzerinde konuşmayan, ayıp sayan, bunu görmezden gelen insanların hayatı biliyormuş gibi yapmalarına inanmamak lazım gelir. Bir insan hayatında para kazanmak ihtiyacı duymamışsa, insanın para için ne hale gelebileceğini bilmiyor ve üfürdüğü lafların üfürükten kaldığını görmek istemiyordur. Kötülüğün gerçek sebebi de, işte bu soyut üfürüğün, somut menfaatler uğruna kullanılmasıdır.

Somutları soyutlardan ayırmak gerçekte o kadar zor değildir; biri hakkında konuşurken diğerini malzeme yapmamak da öyle. Somut değerleri, sadece bu somut değerleri ilgilendiren ilkelerle açıklamak lazım gelir; soyut değerleri ise yine kendilerini ilgilendiren değerlerle. Ne zaman ki somut meseleleri, mesela parayı, maddi değerleri, kazançları soyut ilkelerle, mesela milliyetçilik, din, siyasi fikir, felsefe gibi ilkelerle bir araya getirmek ihtiyacı duyuyorsak, orada bir yanlış vardır.

Bu ayrımın yapılabileceğini düşünüyorum: Her insanın su, yiyecek, ısınma, barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılama hakkı vardır diye bir ilke somut bir ilkedir, insan somuttur, yiyecek somuttur, barınma somuttur, ısınma somuttur, bunu felsefi/dini/kültürel soyutluğa bulaşmadan anlayabilirsiniz; her insanın kendini ifade etme özgürlüğü vardır ise soyut bir ilkedir, insan somutsa da özgürlük soyuttur, ifade soyuttur; eğer birinci ilkeyi ikincisi cinsinden yerlere çekerseniz, sonunda ikisi de ulaşılmaz kalır; insanların ısınma ve yiyecek uğruna özgürlükten vazgeçtiğini görürsünüz, ve sonra bazıları özgürlük vaadiyle onlara yiyecek satar ve evlerine ortak olur.

Friday, November 25, 2011

Yapay Zeka'ya Teslim

Yapay Zeka konularıyla uğraşan kimselerin işin ahlaki taraflarıyla pek ilgilendiğini görmedim. Eski doktora danışmanım nasılsa yapılamaz havasındaydı, Strong AI denen ve insan gibi düşünen makinelerin yakın gelecekte pek de makul bir ihtimal olmadığını düşünürdü.

Bu konuda hemen hemen iki kamp var, birincisi Singularity dedikleri Yapay Zeka'nın kendini üretebildiği noktaya 2040 civarında ulaşılacağını düşünüyor, Ray Kurzweil bu ismin önde gelen isimlerinden. Diğer kamp sorunları görüyor ve problemlerin aşılmasının daha uzun zaman alacağını, belki de mümkün olmadığını iddia ediyor, çünkü insan düşüncesinin onun bedeni ve kültürüyle doğrudan bir ilişkisi mevcut ve bunu bu bedene sahip olmayan bir yazılımda taklit etmek mümkün olmayabilir.

2008'de 5 dakikalık bir çet esnasında, 12 kişiden 3'ü (yani %25'i) bilgisayarla konuştukları halde, onun insan olduğunu düşündüler. Turing testi denen bu testi geliştiren Alan Turing, 2000 senesinde bu oranın %30 olacağını iddia etmişti ki bugün bu orana hayli yakınız. Yani Internette çet yaptığınız (veya twitleştiğiniz) birinin organik değil yapay zekaya sahip olma ihtimali giderek kuvvetleniyor.

Şahsen bu konudaki fikrim, Turing testinin geçilmesine gerek kalmadan, makinelerin insanların erişemeyeceği bir zekaya sahip olabilecekleri, yani Turing'in antropomorfik (insan-biçimli) ölçüsünün pek de geçerli bir ölçü olmadığı. Turing'in testi, mesela uçakların ne kadar kuş gibi uçabildiklerini ölçüyor, bu hedef bugün bile erişilmiş değil ancak kuşlardan daha kuvvetli, daha çok yük taşıyan dev uçaklar mevcut; aynı şekilde hala insan gibi yürüyebilen makineler yapamıyoruz belki ama insan çok daha verimle çalışan ve insanın onlarsız yaşayamadığı makinelerimiz var.

Bunun gibi, insan becerilerini, bilhassa sosyal ve kültürel becerilerini taklit eden makinelerin üretilmesi uzun zaman alabilir, ancak günlük hayata ilişkin pek çok işi, mesela araba kullanmayı, evi idare etmeyi, eğitimi, araştırmayı ve uzmanlaşma (yani insanın makinalaşmasını) gerektiren her konuyu insandan daha iyi yapacak makineler üretmek yakın gelecekte mümkün. Halihazırda otonomobiller var mesela, belki beş yıla kadar şoförsüz arabalar ticarileşecek, insanlar giderek makineler olmadan tasarım ve üretim yapamaz hale geliyor ve makineleri kullanmak insanlarla uğraşmaktan daha kolay hale geliyor, Apple'ın Çin'deki üretimini yapan Foxconn isimli şirket, mesela, işçilerinin büyük kısmını robotlarla değiştirmeyi planlıyor, Nietzsche hakkında derin sohbetler edecek bir makine yapmak uzun sürebilir ancak içtiğimiz sudan, yürüdüğümüz yola kadar onlara muhtacız.

Buna ihtiyacımız da var, çünkü insan zihninin kapasitesi 7 milyarlık ailenin ihtiyacına cevap vermekten uzak; enerji sıkıntısını aşmanın önemli bir yolu, enerji kullanımını insan tasarrufundan mümkün olduğunca uzaklaştırmak; mesela arabaların otonom hareket etmesi, trafiğe ve yol şartlarına göre optimum yakıt harcamasıyla hareket edilmesi demek, bunu sinirlendiğinde gaza basan, keyfi yerindeyken sallana sallana giden, her gün aynı yolda aynı trafiği çekip, alternatif yol aramayan insan şoförlerle yapmak imkansız.

Ancak ahlaki soru orada duruyor; bu bahsettiğim aslında bildiğimiz anlamda insanlığın sonu. Makineler düşünebilir mi gibi çok da gerekli görmediğim soruların ötesinde, insanlar makinesiz yaşayamaz hale geliyor, varsın düşünmesin, biz onsuz yaşayamadıktan sonra düşünse ne olacak, düşünmese ne olacak?

Eski yazıların birinde, bir gözün görmek için gözlüğe ihtiyacı varsa, bir gözlüğün de görmek için göze ihtiyacı var demektir babında bir örnek vardı; yani belki robotlar insan zekasının gerektirdiği bazı şeyleri yapamayacak, ancak robotlarla insanlar o kadar içiçe geçmiş olacak ki, ha göz, ha gözlük, ikisinden biri olmadığında göremiyorsak, hangisi olduğumuzun bir önemi olmayacak.

Yapay Zeka konusunda çalışırken içimde beliren isteksizliğin kaynağı büyük ölçüde buydu. Etraflıca düşünüldüğünde, bugün bazılarınca nükleer silahların ortaya çıkmasındaki liderliği eleştirilen Oppenheimer'ın ve Manhattan Projesi'nin yaptığından fazlasını yapabilir, insan hayatını kolaylaştıran her şey, bir noktada insanı olduğu çevreden koparıp, anorganik, tuhaf bir yaşam formuna çeviriyor. Teknolojiyle arası ılıman olanların hayatında bu hissedilmiyor olabilir henüz, ancak benim gibi elinin altında bilgisayar olmazsa kendini yalnız hisseden biri için bu hayli belirgin.

Ne yapmalı? Teknoloji dönülmez bir yol. Dünyayı durdurup, hadi herkes yüz sene öncesindeki gibi yaşasın diyemezsiniz; elimizde bir sihirli değnek olup yüz sene öncesine gitsek de sonunda dönüp dolaşıp geleceğimiz yer bugünkü nokta. Yeryüzü insan merkezli tek bir otoritenin yönetebileceği bir yer değil, dünya devleti eğer mümkün olacaksa muhtemelen robotlar, yazılımlar falan bizi yöneteceği için mümkün olacak; böyle bir otorite olmadığı sürece de zaten teknolojiye yön vermek mümkün değil.

Çözüm buladığımda teslim olmayı tercih ettim. Foundalis diye bir adamın yaptığı gibi, bu işler bizi yok edecek diyip bırakmak da mümkün belki. Tuhaf kadercilik burada da işe yaradı, takdir neyse o olacak, ne daha azı, ne daha fazlası, eğer insanın sonu kendi yaptığı makinelerin eliyle gelecekse, buyursun gelsin. Benim de çorbada azıcık tuzum olursa ne mutlu.

Bunu hayatımın diğer taraflarıyla nasıl bağdaştırdığımı, mesela sabah namazını kılıp, akabinde Yapay Zeka makalesini nasıl okuduğumu soranlar olabilir; ya birine inanır insan, ya diğerine… Mesele o kadar basit değil tabi, yine de ben de şaşıyorum. Bir tarafta hemen tüm inananları susturacak kadar tanrısızlık edebiyatına vukuf, bir tarafta hikmetin her noktasında Allah'ın tecellisini görmek.

Hamiş: Bunu yazdığım sıra Internet bağlantım olmadığı için link veremedim, Google'da Autonomous Vehicle diyerek arabalara, Exoskeleton diyerek bedene giyilen robotlara, Singularity diyerek de malum kavrama ilişkin arama yapabilirsiniz.

Wednesday, November 23, 2011

Allah'ın İsbatı

Tüm okumalar ve düşünmelerin sonunda Allah'ın varlığının tek isbatının ona iman edip, hayatını ona göre düzenleyen bir insan olduğuna karar verdim. Allah varmış gibi yaşayan birisinden başka Allah'ı isbat edebilecek delil yoktur.

Yaşamak evet, inanmaktan öte yaşamak. Çünkü bu derece büyük bir kavramın tek bir kişinin sözüyle var olması (veya yok olması) muteber değildir, o sebeple olsa gerek, Kitap hiçbir zaman (kafayı isbatla bozmuş müslümanların yaptığı gibi) isbata yönelik bir söz sarfetmez, kozmolojik, ontolojik, istatistik kanıtlar dizmeye çalışmaz, insanı Allah varmış gibi yaşamaya davet eder.

Bilimsellik iddiasıyla aslında tanrıyı insan yarattı diyenlere de bir cevap olabilir bu, kainatın, varlığın, bildiğimiz tüm kuralların ve isimlerin ötesinde bir yaratıcıdan konuşurken, bilimi, onun çalışmasını sağlayan kuralları kullanmak abestir; öyle yok edemezsiniz, yok etmek için yeryüzündeki tüm insanları Allah yokmuş gibi yaşamaya başlaması lazımdır. Tanrı'nın yokluğunu isbat da yine o yokmuş gibi yaşayarak olur.

O sebeple tüm mesele, bir felsefi-bilimsel-dini mesele gibi durmakla beraber, nasıl yaşadığımız meselesidir. Allah varmış gibi mi yaşayacağız, yokmuş gibi mi yaşayacağız? Bu sorunun ürettiği kavga, yeryüzündeki tüm felsefi-bilimsel-dini çatışmaların özünde bulunur; zihin felsefesiyle ilgili konuşurken, mesela şuurun (consciousness) varlığına inanan insanların (Penrose veya Chalmers diyelim mesela) aynı zamanda, klasik anlamda olmasa da bir Tanrı düşüncesini müdafaa edebileceklerini görmek zor değildir. Zeminleri uygun değildir velakin, felsefeyle yola çıkıp Allah'a varamazsınız, çünkü felsefe, Sartre'ın dediği gibi, size nasıl yaşamanız gerektiği dışında her şeyi söyler. Allah'ın varlığıysa, dedik ya, ancak o varmış gibi yaşamakla isbat olur.

Allah varmış gibi mi yaşayacağız, şuur varmış gibi mi yaşayacağız, akıl varmış gibi mi yaşayacağız, yoksa bunların hepsini temelsiz itikatlar sayıp, kendimizi gördüğümüzle, bildiğimizle, zevk aldığımızla mı sınırlayacağız?

Şeker

1 Kasım'dan beri içinde rafine şeker olan bir şey yemiyorum. Kararı verdikten sonra seyrettiğim Sugar: The Bitter Truth videosunun bu konuyla pek alakası yok, sanırım, Peter Norvig'in 30 gün için şekerden uzak duracağım demesinden ilham aldım. Bakalım ben ne kadar dayanabileceğim.

Şeker kullandığım tek antidepresandı, moralimi düzelttiğine defalarca şahit olmuştum, ancak bıraktıktan sonra özel bir zararını görmedim. En acayip tarafı daha çok susuyor olmam, önceden günde iki bardaktan fazla su içmeyen ben, şimdi 6-7 bardaktan fazla içiyorum. Herhalde şekerli içecekleri içmeyi bırakmamın neticesi. Ancak yine de garip, çünkü şeker tüketimindeki azalmanın su ihtiyacını da azaltması lazım geliyordu.

Meyvaların ne kadar şekerli olduğunu ise tahmin edemezsiniz. Bir elmayı çok tatlı geldiğinden yiyememek diye de bir şey varmış.

Yiyeceklerle ilgili meseleleri din haline getirmeyi (mesela vejetaryenliği, veganlığı vs.) sevmiyorum, gereğinden fazla ciddiye almak gibi geliyor ama şekerden uzak kalabilmeyi istiyorum, etten ve yağdan daha tehlikeli bir gıda olduğuna kanaat ettim ve bu ikisinden de mümkün olduğunca uzak kalmaya çalışıyorum zaten.

Şimdiki kilo fazlasını litrelerce portakal suyuna borçlu biri için bakalım ne sonuç alacağız bundan.

Thursday, November 17, 2011

Anti Otomatizm

Otomatizm dediğim kendimdeki bir heves, her şeyi otomatik yapma hevesi, o kadar ki elle ilgilenmek zorunda kalmayayım. Neyle?

Mesela yazılarla. Yazıyı yazayım, kaydedeyim ve hemen yayınlansın. Web sayfasını açmak, kopyalamak, yapıştırmakla uğraşmayayım.

Mesela günlük hayatımda. Her gün aynı saatte aynı işi yapayım, fazla düşünmek gerekmesin.

Mesela hemen her konuyu açıklayıcı kurallar bulayım ve tek yapmam gereken onları değişik durumlara uygulamak olsun.

Velakin ben aslında bunun tam tersi tabiata sahip bir insanım, bir şey otomatikleşmişse artık ilgimi çekmez. Bir meseleyi çözmüşsem, otomatikleştirmişsem, girdisini çıktısını biliyorsam, daha fazla uğraşmam, sıkılırım.

Bunu da milyonlarca kez görmüşümdür. Bir tarafım otomatikleştirir, diğer tarafım da otomatiklerden kaçar.

Bir zaman önce twitter hesabının takip sistemini otomatikleştirdim mesela. Ufak bir program yazdım, takip ettiğim insanların konuştukları insanları takip ediyor. İlgimi çekmeyen olursa takip etmeyi bırakıyordum. Optimist bir yaklaşım, takip edeyim mi diye değil, bırakayım mı diye soruyorum.

Bir süre iyi gitti. Ancak baktım ki algoritma gerçekten çalışıyor, önceki denemeler gibi elin Filipinlisini, Çinlisini falan eklemiyor, bir anda ilgim kayboldu. Tüm twitter okumasını bıraktım. Hatta bununla beraber o kadar da otomatik olmayan diğer hesapları takip etmeyi de bıraktım.

Her gün kendimi 30 küsur ayrı kriterden hesaba çektiğim bir tablom var. (Ne kadar çalıştın, ne kadar yazı yazdın, namazların ne alemde falan…) Bir süredir bunu elle doldurmak yerine, şöyle Neural Network tarzı bir işler yapsam, hatta yapılacaklar listesini de eklesem, benim en sevdiğim ve gerekli şeyleri otomatik olarak günün içine serpiştirse diye düşünüyorum. Otomatizm'in dorukları.

Ancak şunu da biliyorum ki, bir gün, iki gün, belki bir ay çalışır, sonra tüm sistemi bir kenara atarım.

Hayatımda manuel yaptığım bir şeyler olmalı.

Şimdi bu yazıyı genelleştirmek istiyorum. Tüm otomatist ahlak sistemlerine bir eleştiri getirmek istiyorum mesela, kişinin şunları şunları yaparsa doğrudan cennete veya cehenneme gideceğini söyleyen tüm otomatist din adamları hakkında konuşmak istiyorum, bilimcileri otomatizminden bahsetmek istiyorum, ancak birincisi zamanım yok, ikincisi bu gibi genel konuşmaların da otomatizmin bir başka türü olduğunun farkındayım.

Yani bunları yazarsam da, hemen yazıdan sıkılıp, bir daha okunmayacaklar arasına atacağım.

Büyüdükçe küçülüyorum sanırım. Artık daha küçük meselelerle meşgul olmalıyım.

Monday, November 14, 2011

Din Üzerine Konuşmak

Türkiye'de teknoloji üretmek niyetinde olanın yapması gerekenlerin birincisi, İngilizce literatüre hakim olmak, dünyanın o meselede nereye geldiğini takip etmektir. Türkçe teknoloji üretemezsiniz. Ürettiğinizi sanabilirsiniz, etrafınızda birileri de toplaşır belki, etkilersiniz, süper, iki beyinli, dahi falan olursunuz; ancak İngilizce literatüre hakim değilseniz, bildiğiniz de, gördüğünüz de her zaman ikinci eldendir ve yaptıklarınızın gerçek değerini görebileceğiniz feedback mekanizması yoktur.

Türkiye'de yabancı dile muhtaç olunan bir diğer alan ise dindir. Ayrıca din üzerine konuşmak, teknoloji üretmekten daha kolay bir alan olduğu için daha rahat etki uyandırıp, reçete üretebilirsiniz. Kendiniz konuşur, atar tutar, etrafınıza bu işin derdinde olan meraklılardan toplarsınız. Tutan yoktur zira. Ben şunu şöyle yorumluyorum diyenden kimse bir vergi almamaktadır.

Türkiye'nin kerameti kendinden menkul tüm mehdi, şeyh ve müteşeyyihlerini Arapça kitaplarında görmek isteriz. Türkleri, zavallı saf Türkleri kandırmak kolaydır.

Var mıdır Türkiye'de asıl fikirlerini Arapça ifade edebilip, tribünlerin ilgisini değil, din ilimlerinde derinliği tercih eden biri?

Sunday, November 13, 2011

Köpek Kulübesi

Mirzabeyoğlu'nun Ehl-i Sünnet'le diğerlerini karşılaştırırken, billur sarayla, köpek kulübesini mukayese etmek diye bir tabiri vardır.

Şahsen kapılmamaya çalıştığım bir ifadedir. Doğru söyleyenin hakkını vermek edebiyattan önemlidir.

Yine de gece boyu seyrettiğim Ebubekir Sifil – İhsan Eliaçık muhaveresinde işte tam bu tabloyu gördüm.

Tuesday, November 1, 2011

Tanrı Meselesi

Kimin aklına geldi bilmiyorum, yani, eğer her şey bilimcilerin dediği gibi olmuşsa, tarih içinde birinin aklına Tanrı diye bir şey gelmiş olmalı. Kendisine teşekkür borçluyuz, yediğimiz ekmekte hakkı var.

Her şey hakkında olduğu için, hiçbir şey hakkında değil, Tanrı hakkında konuştuğunu ileri sürüp herhangi bir şey hakkında konuşmak mümkün, sağırlığım elverse gürültülerine kızacağım komşularımdan bahsetmek yerine, Tanrı'nın insanoğlunu bu kadar sorumsuz yaratamayacağını, o sebeple Tanrı'nın varolamayacağını üfleyebilirim, veya uykum gelmişken veya sarhoşken Tanrı'nın uykunun ötesinde, ebedi bir sarhoşluk olduğunu, hayattan daha derin bir rüya, tüm hakikatten daha derin bir gerçeklik olduğunu söyleyebilirim.

Söylerim yani, yiğidin dilini tutan yok, onu da söylerim, bunu da söylerim. Var da derim, yok da derim; iyi de derim, kötü de derim; başına geleceklerin hiçbiri söylediğim sözün büyüklüğüyle münasip olmaz, en fazla yakarlar beni veya padişah yaparlar. Zamanımızda artık bunlar olmadığına göre, o kadar bile bir şey gelmez başıma.

Yıldızları yaratan Rabden bahsediyorsun, en fazla tirajın artıyor veya azalıyor, belki o bile değil. Birileri sana şöyle böyle demiş, eğer Tanrı, daha doğrusu imanın Hakkı değil, birilerinin lafını ciddiye alıyorsa, senin Tanrın da amma küçükmüş yav, olsa ne olur, olmasa ne olur… Sana faydası olmayanın, başka kime faydası olabilir?

Tanrı bir varmış, bir yokmuş; işimize geldiğinde varmış, gelmediğinde yokmuş; canımız istediğinde varmış, istemediğinde yokmuş… Tebliğ dediklerini de, bizim kabilenin bir tanrısı var, tanısan sen de çok seversin demek sanıyorlar.

Tanısam severim herhalde. Tanrıtanırım ben, her tanrının kalbimde ayrı bir yeri var.

İman inançtan farklı bir şey diyordu adamın biri, gavurdu, onun için aslında söylediği faith ve belief kelimelerinin farkıydı, belief, yani inanç, lief gibi bir kökten geliyormuş ve dilemek gibi bir şeymiş, faith ise bunun tam tersi, görelim mevla neyler, nasıldır anlamındaymış. Belief kabilenin tanrısına, faith Allah'a iman oluyor, sözlüğümüzde yani.

Kabilemizin tanrısı, bizim istediğimiz gibi olmasına hayli gayret gösterdiğimiz bir tanrı. Ateist kabilesinin de bir tanrısı var, bu tanrı namütenahi iyi, namütenahi güçlü ve namütenahi adil olduğu için, dahası başka bir numarası olmadığı ve her bir atraksiyonunu ateistlerin önünde göstermesi gereken bir palyaço olduğu için, ateistler de böyle Tanrı olmaz olsun, yoktur böyle bir şey, ahahaha, diyorlar. Dedikleri doğru, öyle Tanrı olmaz olsun.

Sonracıma dindarların Tanrısı var bir de, onlar da farklı şekilde kurslar düzenliyor, Tanrıya nasıl olması gerektiğini öğretiyorlar, Tanrı şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır, şöyle yapmalıdır, böyle yapmalıdır falan. Gitmiş görmüş gibi de değil, doğrudan Tanrılık dersi veriyor adam.

Bir de Tanrıyı arayanlar var, durup durup farklı telefon numaralarını çeviriyorlar. Alooo, Tanrı orada mı, karşıdaki sinirli ses, ummpf, şimdi çıktı diyor, onlar da gittiği yeri bulmak için yeniden telefon.

Ben bu Tanrıların hepsini tanıyorum, temel vasıfları kullarının ticaretine katkı. Ticaret değişik şekillerde, mesela kafa sıhhati, toplum sıhhati, mal mülk sıhhati şeklinde tezahür edebiliyor. Yani adam kafa sıhhatine yardımcı bir Tanrı, toplumu bir arada tutacak bir Tanrı, malına mülküne ticaretine hayatına fazla karışmayacak bir Tanrı peşinde. Helvadan Tanrı yapıp, acıkınca yiyen adam çoğundan daha az putperest.

Ver bi de ben tadına bakıyım.

Pire