Thursday, April 19, 2012

Blogla ilgili açıklama

Son yazıdan beri yaklaşık 45-50 gün geçmiş olmalı. Bu zaman zarfında blogla ve benimle ilgili bazı değişiklikler oldu. 12 Mart'ta benim için anne yakınlığında olan annanemi kaybettim ve bir süre yazmak istemedi canım. Hala da pek istekli değilim. Blog'un bulunduğu hosting'i başka bir yere taşıdım. Bir de blog'un aynı anda birkaç yerde birden yayınlanmasını sağlayan posterous.com twitter tarafından alındı ve büyük ihtimalle kapanacak.

Buradaki yazıları uzun zaman ayırarak üretemiyorum. Epostayla gönderiliyor ve yazı yazmak için bir web arabirimi kullanmak niyetinde değilim. Ancak bu büyük ölçüde WordPress gibi blog yazılımlarının da benim için anlamını kaybetmesine sebep oluyor. Önüme çıkmadıkları sürece, yani ben epostayla yazar ve siz de web'de tumblr, blogger, posterous veya blog.eminresah.com adresinde okurken bir şikayetim yoktu. Ancak yazıları sonradan toparlamasının zor olduğunu, ufak bir hata olduğunda düzeltmenin uzun sürdüğünü ve bu sebeple de imla hatalarını genelde düzeltmediğimi farkettim. Gereksiz yazıları silmek ve temizlik bile gereğinden fazla uğraştırıcı.

Blog formatı sıktı. Belki tüm bu zerzevatın batmaya başlamasının sebebi de budur. EminResah.com ileri derecede sayfa tasarımı gerektiren veya fotoğraf, video, müzik gibi şeylerin yayınlandığı bir yer değil. İçerikle okur arasına girmesin diye özellikle basit tutulmuş bir site. Yedi senelik blogculuğun beni getirdiği konum da, blog'la ilgili olduğu düşünülen hemen bütün avadanlıkların, yorumdu, linkti, layktı, pingback'ti ve sair şeylerin aslında yazmayı zorlaştırıcı ve asıl yapmak istediğimden başka bir şeyler olduğu. Ben bu yazıları sosyalleşmek amacıyla yazmıyorum. Başlarda böyle bir amacım vardı, ancak artık yazının kendisi, insanların ne düşündüğünden, ne anladığından, ne söylediğinden daha önemli.

Bütün bu değerlendirmelerden sonra, siteyi, sadece http://eminresah.com üzerinden yayınlanan basit sayfalar haline getirmenin daha doğru olduğuna kanaat ettim. Son yazılar için indeks, bir RSS beslemesi ve gözden geçirilmiş yazıları da PDF ve epub gibi formatlarda yayınlamak en doğrusu görünüyor. Mümkün olursa tumblr ve blog.eminresah.com'un RSS beslemesi yine çalışmaya devam edecek ama bunun için birkaç script daha yazmam gerek. blog.eminresah.com'un web arabirimini oluşturan WordPress kurulumunu ise kaldırmayı planlıyorum.

Kısacası RSS (ve ona bağlı tumblr) devam edecek, WordPress kalkacak, eski yazılar PDF'lerde toplanacak. Bunların hepsini düzenleyen ufak programlar yazmam gerek.

Bunlar kısıtlı zamanımı azar azar ayırdığım için uzun sürebilecek ayarlamalar. Yeniden yazmaya başladım ama bir iki ay daha buralarda yazı göremezseniz merak etmeyin.

Tuesday, March 20, 2012

Rasyonellik ve Ölüm

Ölümün sözkonusu olduğu yerde en doğru tercihten bahsetmek ne kadar zor. Ölüm tüm akıl yürütmelerin başına ve sonuna geldiğinde, hepsi mantıklı oluyor.

Öleceğiz o halde… diye başlayan cümlelerin sonunu, fırsat varken hayatın tadını çıkaralım diye de, çocuklarıma miras bırakmak için çok para kazanmalıyım diye de, dünya hayatının zevklerine dalamayız diye de, zamanımızı ibadetle geçirmeliyiz diye de, çayımızı hakkıyla içelim diye de, ağaçlara iyi bakalım diye de getirmek mümkün.

Ölümle, onun sebep olduğu durumlar arasında kurulan ilgide bir mantık aramak boşuna, yani bu sözlerin hiçbiri diğerlerinden daha mantıklı değil. Bu sebeple hayat akıl yürütme üzerine kurulu felsefelerin çizdiği kafese sığmıyor; ölüm tüm rasyonellik arayışını içine çeken bir girdap.

Rasyonellik, hayatın nasıl yaşanması gerektiği sorusuna verdiği cevapların mutlak olduğunu iddia ediyor. Önceki tüm cevaplayanlar gibi.

Tuesday, March 13, 2012

Piyango Bileti

Bay Mehmet Gülyazılı yirmi yıldır her girişinde itinayla atladığı eşiğe yine basmadı. Apartmanın sararmış lacivert renkli kapısında kravatlı halinin geçerken görünmesinden aldığı haz uğruna öğretmenliğe devam ettiğini düşündü. Düşünceler yarım kaldı.

Kapıyı sekiz yaşındaki kızı açtı. Babasının yüzünde doğduğundan beri seyrettiği ifadeye alışıktı ve yaşıtı kızların ekseriyeti gibi babasının boynuna sarıldı. Mehmet bey pantalonu kırışmasın diye çömelmedi, eğilerek kızını kucağına aldı.

Karısı sofrayı kurmakla meşguldü. Kravatına doğru bir hamle yapıp yatak odasına yollandı. Geldiğinde sofra hazırlanmış, birkaç saat sonra unutacağı yemekler sofrada yerini almıştı. Pek konuşmadan yemeklerini yediler, karısı bugün biraz daha durgun gibiydi ama Mehmet bey önemli bir şey olduysa nasılsa ağzını açar deyip üstüne gitmedi.

Ferhat nerde? diye bir cümle kurdu ama cevabını her akşamki cevaplardan biliyordu. Okuldadır, geç çıkacağını söyledi.

Nasıl okulmuş bu, geceyarısına kadar sürüyor.

Yemekten sonra televizyonun karşısına geçti, bir bacağını çekip sabahtan beri öğretmenler odasında seyrettiği haberleri yeniden seyretti, ağzı gözü oynayan spikerlerin elinde psikolojik yönlendirmeye maruz kaldı ama zihni artık yönlendirme kabul etmeyecek kadar katılaştığından etkilenmedi. Oğlu geldiğinde saat onu geçmiş, çayını içmiş, kanallar arasında gezinmekle meşguldü. Ona bir an kim bu adam der gibi baktı, oğlu da babasına yine mi bu adam der gibi baktı, sonra gelip koltuğun birine kendini bıraktı.

Mehmet bey koltuğunda uyuklamaya başladığında mutfakta dizi seyretmekte olan karısı gelip yatağa götürdü.


Dümdüz bir yol. Bu yolda yürüyorum. Simsiyah asfalt sanki benim için atılmış. Yolun iki yanında tarlalar. Ufka kadar uzanan sapsarı başaklar rüzgarda salınıyor. Bu yol da, bu başaklar da benimmiş. Seyrederek gidiyorum. Yerde bir piyango bileti görüyorum. Elime alıyorum, numarası ezberimde: 478733. İşte bu bilet, hayatımı değiştiren bilet, hepsini bu bilete borçluyum. Tüm bu tarlalar…

Mehmet bey rüyadan uyandığında numarayı hatırlıyordu. Kalkıp ceketinin cebindeki defterine rüyayı yazdı ve numaranın altını kırmızı kalemle çizdi. Bu yazdığının ne işe yaracağını düşünecek kadar ayık değildi.

Sabah kalktığında rüyayı unutmuştu. Akşama kadar da hatırlamadı. Akşam eve döndüğünde bir arkadaşının telefonu lazım oldu ve onu ararken yazdığı rüya aklına geldi. Numara hala kafasında parlıyordu.

Gece aynı rüyayı bir defa daha gördü.

Bu sefer bir patikada yürüyor, yürürken yerde banknotlar buluyor, hepsinin numarasının aynı olduğunu görüyordu. 478733. Sevinmesi gereken bir rüya olduğu halde sırılsıklam uyandı. Numarayı not etmesine gerek yoktu, kafasında banknotlar uçuşuyordu.

Yataktan çıkmadı ama uyuyamadı da. Şimdiye kadar gördüğü en ışıklı rüya sayılabilirdi. Mehmet bey rüya görmediğini söyleyen insanlardan biriydi. Demek böyle oluyormuş. İnsan tüm günü rüyası izin verdiğince yaşayıp, o izin verdiğince görüyormuş.

Ertesi gün adımını her attığında rüyasını hatırladı. Patika aklına geliyordu, banknotların serili olduğu, renkleri, yapraklar gibi serilmiş olmaları. Belki bir para ağacından dökülmüştü hepsi, kafasını kaldırıp yukarı bakmadığı için görememişti.


Evin kapısından girerken ayağı eşiğe takıldı. Sendeledi ama farkedecek halde değildi. Aklı patikada parada ve ormandaydı.

Kapının karşısında ne için olduğunu bilmeden bekledi. Hangi kapının önünde olduğunu bilmiyordu. Kapının üstündeki elektrik sayacı numarasına baktı, baktı. Numara farklıydı ama o an kendisine kazanacak bileti bildiği bir piyangonun yaklaşmakta olduğunu farketti. Elini plakaya doğru uzatıp kabartma rakamların üstünde gezdirdi.

Gerisin geri biraz önce dolmuştan indiği durağın karşısındaki büfeye doğru hızlıca yürümeye başladı. Büfeci sabahları üç beş kelam ettiği tanıdıklarındandı. Selamsız sabahsız kafasını camdan içeri uzatıp, bana piyango bileti lazım dedi.

Büfeci şaşırdı ama bozuntuya vermedi, tezgahın altından bir deste çıkarıp yarım mı, çeyrek mi dedi sadece.

O değil, ben belli bir bileti arıyorum.

Nasıl belli?

Nefes almadan adamın suratına hırladı: 478733 numaralı bilet.

Adamın şaşkınlığı bu sefer belirgindi. Bakalım aabi, belki burdadır dedi ama Mehmet beyde bir tuhaflık olduğunu sezmişti.

Deste üçerli beşerli ardışık biletlerden oluşmuştu. Mehmet bey hepsini inceledi, hayır, aradığını bulamıyor ve bulamadığı her bilette o bilete daha da yaklaştığını hissediyordu.

Desteyi bitirdikten sonra eve dönmedi. Bir otobüse binip okulun civarındaki meşhur bayie gitmeye karar verdi. Otobüs eve geldiği zamanlardakinin aksine hemen geldi. Biner binmez telefonu çalmaya başladı, karısı arıyordu.

Mehmet bey eve geç giden erkeklerden değildi, nadiren işi uzar, onda da karısını arayıp haber verirdi. Kadın merak etmekte haklıydı ama Mehmet beyin ona vereceği normal bir cevabı yoktu.

Açıp piyango bileti aramaya gidiyorum diyecek hali yoktu ya. Bir yalan aradı, uzun zamandır karısına yalan söylemesi gerekmemişti, en son arkadaşlarıyla iki tek atmaya çıkarken birinin hastalandığını uydurmuştu. O da üç dört ay önceydi.

Yine aynısını söyle.

Hemen açıverdi telefonu, kem kümden sonra Hikmet hastalanmış, onu görmeye gidiyorum, seni arayacaktım, unutmuşum dedi. Kadın haa, hıı, biz yemek yiyoruz o zaman, selam söyle, nesi varmış falan diye devam edecek oldu ama Mehmet beyin telefonu bipleyerek kapandı. İlk defa telefonun tam yerinde kapanmasına seviniyordu.

Durağa geldiğinde otobüs gıcırtılarla durdu ve Mehmet bey yaşından kendisinin de beklemediği bir atiklikle büfeye doğru koştu. Yaptığı işin ne kadar mantıksız olduğunu söyleyen bir his vardı içinde ama ona kulak vermek istemiyor, susturmak için koşmaya çalışıyordu.

Bayiye vardığında birkaç kişiyi beklemesi gerekti. Bayide çalışan bir öğrencisi onu tanıdı, hocam buyrun dedi, şimdi bir de oğlana açıklamak gerekecekti durumu. Vazgeçti, ben bir bilet alacaktım. Çeyrek, yarım, tam? diye sordu çocuk. Ben bir numaralara bakıyım dedi Mehmet bey, güzel bir şey olsun istiyorum.

Çocuk adamın ne dediğini anlamadı, alışık olduğu bir istek değildi ama öğretmenine karşı gelmek de istemedi. İçeri buyrun hocam dedi sırıtarak. Mehmet bey içeri girdi, kirden rengi değişmiş plastik bir tabureye ilişip eline tutuşturulan bir tomar bilete bakmaya başladı. Sadece 47 ile başlayanları aradı, dört tane rastladı ama onların da devamı tutmadı.

Çocuğa tomarı geri uzatırken yok dedi, güzel bir şey bulamadım. Çocuk bir yandan bir müşteriye sigara uzatırken, bir yandan da tomarı almaya çalıştı ama biletleri kavrayamadığından bazısı yere döküldü. Mehmet bey bir an yerde gördüklerinin rüyasındaki banknotlar olduğunu sandı, işte orada, hepsi benim. Toplamak için yere eğildiğinde aldığı birinin tam da aradığı numarayı taşıdığını gördüğündeyse daha da şaşırdı, ah işte bu.

Çocuk adamın söylediklerine şaşırmamaya başlamıştı. Tüm gün rastlayabildiği ve susmayı çok erken öğrendiği tuhaflıklara benziyordu adamın durumu. Adamın elinde tuttuğu çeyrek bilete baktı, diğerlerinden herhangi bir güzelliğini göremedi ama bunu sormak için cesareti yoktu.

Biletin parasını ödeyip, özenle cüzdanına yerleştirdi. Şimdi mutlu adımlarla evine dönebilir, çekilişi bekleyebilir ve rüyasında gördüğü tüm o bahçeleri ve tarlaları alabilirdi.

Geldiği gibi otobüse bindi, karısı kapıyı açıp Hikmet'in durumunu sorduğunda bir şeyler geveledi. Soğumuş yemekten biraz yedi ve televizyonun karşısına geçti. Bir piyango reklamı gördüğünde aldığı bilet aklına geldi, onu okşamak, hohlayıp hatırını sormak istedi. Kalkıp pantalonun cebinden cüzdanını getirdi. Bileti çıkarıp ışığa tuttu.

Vay anasını.

Bu… bilet… sahte. Çocuk kendisine başka bir bilet vermiş olmalıydı. Vay hain piç. Bilete tekrar baktı, 4'le bile başlamıyordu.

Yerinden hızlıca kalkıp kapıya doğru gitti ama karısının koridorun diğer ucundan çıkıvermesiyle nerede olduğunu hatırladı. Ne oldu? dedi kadın, yok bir şey dedi, elindeki bileti sallıyordu. Kadın aa, bilet mi aldın, yoksa bir şey mi çıktı? diye uzandı. Adam, yok, yok, daha çekilmedi, sahte bu bilet. Kadın daha da meraklanmıştı, kocasının piyango bileti adeti olduğunu yeni farkediyordu, bir sahte bilet de bir an çok çekici gelmişti.

Ver bi bakıyım, çocuklar gelin babanız sahte piyango bileti almış. dedi. Kızı sekerek, oğlu yürüyerek geldi. Sahte bilet bir anda evin gündemine girmişti işte.

Yok, ben gidip değiştiriyim dedi adam, hemen gidersem bulurum satıcıyı. Kızı başını yana kırıp babaaa deyince, kadın da bu saatte mi? demeye cesaret buldu. Mehmet bey kuşatılmıştı. Nerden aldın baba? dedi oğlu, büfeden, okulun ordaki dedi adam, ben gidiyim diyecek oldu ama saatine bakınca büfenin çoktan kapanmış olduğuna kendi de ikna oldu.

Yarın değiştiririm o zaman. Kızı bir kez daha babaaa deyince

Saturday, March 10, 2012

Hayat Oyunu

Ortaokulda veya lisedeydim, insanların alternatif hayatları oynayabilecekleri bir bilgisayar oyunu düşünmüştüm. Adını hayat oyunu koyduğum bu oyunu tabi ki yapamadım, sonradan Sims gibi ona yakın bir şeyler çıktı ama onlar da öldüresiye sıkıcı geldi bana. Hayat oyunu oynamak yerine bir oyun hayatı yaşamaya başlamam neticesinde Role Playing Game gibi insanı hayli zaman masrafına sokan oyunlardan da uzak kaldım. Şu sıralar zaman bulursam sadece Osmos veya Crayon Physics gibi oyunlar oynuyorum.

Başka bir hayat oyunu, Game of Life adıyla matematikçi Conway tarafından düşünülmüş. Bu tabi yukarıda bahsettiğim oyunlardan biraz farklı. Satranç (daha doğrusu Go) tahtasına benzeyen bir tabloda, hücrelerin siyah (dolu) veya beyaz olmasına dayanıyor. İki kuralı var: (1) Etrafındaki sekiz hücreden üçü dolu olan boş hücre dolar. (2) Etrafında iki veya üç dolu hücre olan dolu hücre dolu kalır. Diğer hücreler boşalıyor.

Kelimenin Oyun Teorisindeki anlamıyla bu oyun basit kurallardan nasıl karmaşık sistemlerin ortaya çıkabildiğini göstermek için kullanılıyor. Bu basit kurallar, tek hücre için anlamsız ama tepeden bakan bizler için ilginç desenler üretiyor. Çeşitli örnekleri burada ve şurada görebilirsiniz.

Bu oyunun felsefi karşılığı kelebek etkisi ile meşhur Kaos teorisine benzer. Kaos teorisi de basit formüllerin Lorentz çekicisi (attractor) veya fraktaller gibi karmaşık sistemler üretebildiğini söyler. (Bir zamanlar kelebek etkisine güvenip dünyayı değiştirmeye çalışan bir grup görmüştüm, her kelebeğin fırtına üreteceğini sanıyorlardı.)

Bu kurguların benim için anlamı hayat gibi hayli karmaşık sistemlerin gerisinde basit kimyasal ve fiziksel olayların yatabileceğidir. Yoksa bir kelebek gördüğünüzde, acaba nerede bir fırtına çıkacak? şeklinde sorular değildir. Fraktallere bakıp, lan bunları büyütünce de aynısı çıkıyormuş demek güzeldir ama mesela insanların oluşturduğu sosyal yapıların, organizmaya benzetilmesinin buradan da kaynak alabileceğini görmek daha güzeldir.

Karmaşık sistemler basit kurallardan ortaya çıkabiliyorsa ne olur? Tanrı düşüncelerinde sadece canlılığa dikkat çeken ve kozmolojik kanıttan, kısaca Tanrı olmasaydı bu kadar karmaşık bir kainat nasıl varolabilirdi ki? sorusundan başka cephanesi olmayan Teistlerin söyledikleri boşa çıkar. Karmaşıklık bizatihi bir delil olamaz. Sizin karmaşık olarak gördüğünüz bir sistemin gerisinde çok basit kurallar yer alıyor olabilir.

Basit sistemden kaos üretebiliyoruz ancak tersini, yani kaotik bir sistemin gerisindeki basit kuralı bulamıyoruz. Bu sebeple karmaşıklığa bakıp, bu insan yapısı olamaz diyemezsiniz mesela, bunun gerisinde bir Tanrı vardır diyemezsiniz.

Bu Tanrı yoktur demek değil. Delil olarak karmaşıklığın geçerli olmadığını söylemek. Ne kadar tumturaklı dil kullanırsa kullansın veya resimleri ne kadar parlak kağıda basarsa bassın, kitapların (ve tabi onları yazanların) karmaşıklık yoluyla bir şey isbat etmiş olmayacaklarını söylemek.

Yalnız bu bıçak iki taraflı kesiyor, Dawkins'in Tanrı Yanılgısı'ndaki tezinin özü olan, karmaşık evreni ancak daha karmaşık bir Tanrı yaratabilir, onun varolma ihtimali de evrenin varolma ihtimalinden düşüktür deyişini de anlamsız kılıyor. Karmaşıklık varlığı isbat etmediği gibi, yokluğu da isbat etmez, sadece karmaşıklığın arkasındaki ilişkileri bilemediğimizi ve belki de asla bilemeyeceğimizi gösterir.

Karmaşıklıktan doğan bir başka duruş ise iman konusunda şahsıma bir yol sunuyor. Varlığın görünüşündeki bu karmaşıklığın, insanı hakikate ulaştıracak olan edebi ve tevazuyu vermesinin mümkün olduğunu düşünüyorum. Allah'ı bulanın onu aklî olarak ifade etmesinin mümkün olmadığını, kalbî olarak ise özünde bize öğrettiğinden başkasını bilmeyiz diyen bir anlayış taşıyacağını düşünüyorum. Geleceği bilemiyoruz, değişkenlerin sayısı arttığında bilgisayarlarımız çöküyor, bildiğimizi düşündüğümüz şeyler istatistiğin kaba sonuçlarından ibaret ve deştikçe anlamını kaybediyor. Karmaşıklığın bize öğretmesi gereken acizliğimiz. Allah'ı da şöyle olmalı, böyle olmalı, olmasaydı böyle olurdu diye değil, acizliğimizin idrakiyle arayabiliriz.

Entelektüel Teselli

İnsan güvence arayan bir mahluk. Her cinsten varoluşuna tehditle dolu dünyada tutunacak bir dal, dayanacak bir bacak arıyor. Kimisi bunu zenginlikte, kimisi makam ve mevkide, kimisi de bilgi ve entelektüelcilik ile arıyor. Hangileri güven buluyor, hangileri kazandığını kaybetmekten korkarak olan güveni de yitiriyor, dışardan bilemiyoruz.

Zenginlik ve mevkiden gelen güvenin sağlam olmadığını okuyarak öğreniyoruz, biliyoruz ki hepsinin sonu mevcut. Ancak entelektüelliğe dayanan sosyal sermayenin ne kadar güven verdiği konusunda bir araştırma yok.

Ben okumadım daha doğrusu.

Bu konuda suskunluğun sebebi herhalde eli kalem tutanların büyük kısmının bu sosyal sermaye için veya onu kaybetmemeyi gözeterek yazması. Tarihi galiplerin yazması gibi, neyin yalan, neyin gerçek olduğunu da eli kalem tutanlar yazınca, kalem ve kültür, diğer bütün yollardan daha gerçek, daha doğru bir yola dönüşüyor. Halbuki kalem sahiplerinin pek azı, diğer yolları deneyip de yalan olduğunu görecek tecrübeye sahip.

Entelektüellerin ve (nereden baktığınıza göre beni de içinde sayabileceğiniz) yazar çizer okur takımının dünyayı kendi etraflarında çevirme gayretinde, gevezelerin lafı dolaştırıp kendilerine getirmesi gibi bir hal görüyorum. Birinin parada, birinin sağlam tanıdıkta aradığı güveni etrafa biliyor görünmek diye bir hırkada arayan zevatın da, bu güvenin olduğunu sandığı yerde aslında öyle bir güven yok. İnsan parasının, makamının kölesi olabildiği gibi bilgisinin, isminin, şöhretinin, yazarlığının da kölesi olabilir. Ne için yazıyorum sorusunu sorup, cevabında azıcık da ihtiram duysunlar diye olan birinin, o ihtiramı etrafından görmeye başladığında kimliğine ve söylediklerine hapsolmaması çok zor.

İnsanın Wittgenstein gibi önceki felsefemi boşver, yenisine bakalım diyebilmesi için babasından kalan büyükçe serveti fukaraya dağıtabilecek kadar cesur olması da gerek. İtiraf edelim, bu cesaret entelektüellerde de, diğerlerinde olduğu kadar az.

Malumdur ki ben burada zaman zaman saçma yazılar yazıyorum. Bazıları gerçekte ipe sapa gelmez şeyler. Tek ölçüsü aklıma gelmiş olması, üzerinde uzun uzun düşünmem gereken bir ismim, bunu yazarsam bana ne derler dediğim bir itibarım, satmam gereken kitabım, sahiplenmem gereken bir mevkim, hoş geçinmem gereken insanlar, okur ihtiyacım, sosyal sermaye merakım, biliyor görünmenin getirdiği sair ihtirama sevgim olsa herhalde yazılara kalın kalın filtreler koyar, mümkün olduğunca ne kadar bildiğimi, ne kadar okuduğumu, belli konularda ne boyutta bir otorite olduğumu göstermeye çalışırdım. Saçmalamaz, belli odaklara bulaşmaz, beynime halkalar takar ve kendimi sosyal kutupların birine bağlamaya çalışırdım.

Buna ihtiyacım yok. Uzun zaman önce bazı yol ayrımlarında bunu reddettim ve birkaç sene sonra kaybolsa ve kimsenin umurunda olmasa da kafama göre yazmanın daha iyi olduğuna kanaat ettim. Dünyevi bir faydası yok velakin insanların yazmasına sebep olan bir çok psikolojik saikten arındığım için yazdığımda daha mutmain oluyorum.

Entelektüelin bilgide ve ihtiramda aradığı güveni de Allah'tan başka hiçbir yerde bulamadım. Biliyor olmanın kimseye bir faydası olmadığını, bilakis aptal görünmemek uğruna nice canların diline kilit vurduğunu, diliyle kalbi arasına perde çektiğini görüyorum. Aptal görünsem de kalplerin nasıl tatmin olduğundan haberim var, yokmuş gibi yapamam.

Wednesday, March 7, 2012

Diyalektik Gül Bitti

Eskiden diyalektik doğrudan mantık anlamına geliyormuş. Logos daha geniş, diyalektik daha dar; logos tüm aklı, diyalektik diyalogdaki aklı temsilen…

Anladığım kadarıyla diyalektik kelimesinin bütün kullanımlarında ortak tek taraf merhale merhale anlamı. Sokrat diyalektiği insana ne bildiğini sorgulatırken, Hegel diyalektiği tez ve antitezden senteze ulaşırken, diyalektik mantık her şeyin kendi zıddını da içerdiğini söylerken ve diyalektik materyalizm, komünizmden önceki proleterya diktatörlüğünü açıklarken ortak noktaları adım adım ilerlemeye güvenmeleri.

Bu ilerleme zıddını içeriyor(muş), bu sayede mesela Sovyetler yıkılıp, kapitalizm muzaffer görününce de aslında komünizm kazanmış olmuş. Çünkü kapitalizmin bu geçici zaferine karşılık, dünyanın (bazısı altın, bazısı gümüş, bazısı bakır) zincirli işçileri birleşip, tüm dünyayı komünist yapacaklarmış.

Aklıma oğluna sevgilisinden ayrıldığı için her işte hayır vardır diyen bir anne geliyor; buna burun kıvıran oğlunun akşam arkadaşlarıyla buluşup diyalektik materyalizmi konuşması… Biz her işte hayır olduğuna kolay inanan insanlarız ancak o hayrın diyalektik materyalizm olduğu doğru mu, onu bilemiyoruz.

Eleştiride Bağlam

Bir yazıda dümdüz bilgi hatası yoksa, bütün eleştiri faaliyeti bir yazıyı derece derece bağlamından koparmaya dayanır. Bu sayede yazının ne anlama geldiğini görmek mümkün olur. Ben bu bağlamda söylemedim demek haklı bir savunma olduğu gibi, bağlamı değiştirmek de haklı bir eleştiri yoludur.

Kişiler hangi bağlamda yaşadıklarına kendileri karar verir. Benim bağlamıma yakın bir eleştiriyi severim. Ancak benim için anlamsız ve uçuk duran bağlamlar, eleştirilerin de uçuk ve anlamsız olmasına yol açar.

Eleştirinin de gelip sürü hukukuna dayandığı yer burası. Bizden olanın eleştirisi ne kadar makul ve ötekinin eleştirisi ne kadar aptalca.

Friday, March 2, 2012

Aslandan Kaçan Adam

Meşhur hikayedir, iki avcı aslanla karşı karşı kalınca, biri koşmaya hazırlanmış da, diğer aslandan hızlı koşamazsın ki demiş ve karşılığında senden hızlı koşsam yeter cevabını almış.

Günlük siyaseti incelerken hep gözönünde bulundurması gereken bir hikaye. Eleştirenler AKP'nin aslandan hızlı koşmadığını söylüyor, doğru, mükemmel değil, ancak oy verirken aslandan hızlı koşmasına göre değil, diğerlerinden hızlı koşup koşmadığına göre veriyor insanlar.

Oy verdiğimden değil ama bunun tesbitini yapmaktan aciz insanların durup durup aynı yaveleri tekrar etmesinden usandığımdan.

Birine oy vermek illa her bir politikasını, sözünü, davranışını sahiplenmek anlamına gelmez. Türkiye nüfusunun geneli, siyaseten giderek daha oynak hale geliyor; birinin aslandan hızlı koşmasının mümkün olmadığını biliyor, mükemmeli değil, en uygununu arıyorlar.

Bu kötü bir haber değil, sabah akşam RTE kabusu görenler için iyi bir haber. Aslandan kaçmaları gerekmiyor, Erdoğan'dan hızlı koşsalar yeter.


Yazı aslında bitti, ancak bu ilkenin genel olarak bütün galipler ve mağluplar için geçerli olduğunu da eklemek lazım. Roma Senatosu ve Halkı mükemmel olduğu için değil, mesela Kartaca'dan daha iyi olduğu için Punic savaşları kazandı; Microsoft, ilk PC işletim sistemi MS DOS'u çıkardığında mükemmel olduğu için değil, diğerlerinden daha iyi olduğu için çok sattı, Mustafa Kemal mükemmel olduğu için değil, diğerlerinden daha iyi olduğu için Meclis'in başına geçti.

Bir defa en iyi olduğunuzda, mükemmel sanılmaya başlarsınız. Bugün Roma'yı modern hukuk sistemini kuran medeniyet, Microsoft'u PC'lerin tek işletim sistemi üreticisi, Kemal Atatürk'ü tarihin gördüğü en büyük lider sanmak, bir zamanlar aslandan kaçmış olmalarına bağlı. Hayatın işleyişi de onlara (AKP örneğinde de olduğu gibi) çok büyük bir avantaj sağlıyor. Kartaca bir defa ortadan kalktığında Akdeniz'de Roma hakimiyetini durduracak bir güç kalmıyor, MS DOS bütün bilgisayarlara kurulduğunda başka bir şey kurmak mümkün olmuyor, Mustafa Kemal bir defa savaşı kazandığında ebedi şef olmasının önüne geçecek kimse kalmıyor.

Yine de zaman kimsenin hakimiyetini sonsuza kadar devam ettireceği bir düzene izin vermiyor. Roma sefih idareciler elinde zayıflayıp, 850 sene aradan sonra yağmalanıyor; Windows, Internet'in yaygınlaşmasıyla eski önemini kaybediyor; Kemal Atatürk'ü çözdüğü kadar, ürettiği sorunlarla da anıyoruz bugün.

Yoruluyor yani, fani olan her şey bir gün aslanın ağzına yem oluyor ve o zaman da aslandan hızlı koşan değil, diğerlerini geride bırakan kazanıyor.

Wednesday, February 29, 2012

İlham ve Yazar

Bunu Risale-i Nur'da, yazarın değil, kitabın kendisi için bizatihi zamanın kutbu denildiğini okuduğumda düşündüm. Büyük eser olma gayretinde olanın, yazarından bağımsız bir kişiliğe bürünmesi şart görünüyor. Homeros'un ilham perisi Muse'lere atıfta bulunduğu gibi, dini eserlerin bilhassa kriptik olmayı seven kimisi de Allah'ın ilhamına atıfta bulunuyor.

Buna olur veya olmaz diyebilecek değilim. Ancak kendi eliyle yazdığını, bu Allah katındandır diyerek az bir ücrete satan kimselerden olma riski varsa, yazdığının yükünü omzunda taşımanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Yazdığı kitaba Allah'ın ilhamıyla yazılmıştır demek ve bu sayede itibar aramak, trafik polisi kırmızı ışıktan çevirdiğinde ben başbakanın oğluyum demeye benziyor. Başbakanın oğlu olmayı hakeden adamın zaten kırmızı ışıkta geçmeyeceğine, geçerse de bu yaptığının böyle bir itibarı olmayan kimseden bir farkı olmadığına inanıyorum. Edep sahibi kişi, yanlış yaptığında ben falancanın oğluyum demek yerine, hatasının faturasını yüklenebilendir. O sebeple ilham varmış, yokmuş; metni ve yazarı incelerken gerçek bir fark yaratmaz. İnsan ilahi ilhamla yazsa da, bu ilhamdan başkalarına bahsetmesi şart değildir.

Vahiyle ilhamın arasındaki fark da bu olmalıdır. Vahiy kendisinden bahsedilmesini şart koşar. Bunun için de kişiye Cibril-i Emin vasıtasıyla, reddedemeyeceği bir şekilde geliyor olmalıdır. Kitab-ı Mecid'in ben ilhamla yazıldım değil, ben Allah'ın sözüyüm demesinde de bu fark vardır. Kitap, bir yazarın arada ilhamla yazdığı değil, kendisine geleni etrafına okuduğu bir kitaptır.

Yeri gelmişken ilk ayet oku, eline birkaç kitap al da oku değil, etrafına bunları oku anlamına gelir ama ne hikmetse ayetten bahsedenlerin çoğu Kur'an'dan başka her şeyi oku demeye getirirler.

Şahsen, ilhamlı kitapların hiçbirinde aklıma gem vuracak bir değer görmedim. Faydalanmış olabilirim, yine de bunun sınırlı olduğunu da biliyorum; Kitab'a bakıp secde eden başım, bu kitaplara bakıp hmm, olabilir ama olmayabilir de diyor sadece.

Yarım Dindar

Modern dünyanın nasıl yaşamalı sorusuna cevap veren düşüncelerin tamamında bir krize sebep olduğu doğru. Felsefe ve Etik, günlük siyaset kadar namı olmayan meseleler ve kendi saçlarından ayıkladıkları bitlerle idare etmeye çalışıyor gibi, dinler bilimi ve genişleyen dünya görüşünü nasıl değerlendireceklerini bilemiyor, hikmet kaybolmuş. İnsanların söyledikleriyle yaşadıkları arasında bir tutarlılık aramak devri geçmiş, hepimiz dünyanın kalabalığı karşısında ne kadar küçük ve zavallı olduğumuzu hatırlıyoruz her gün. Sesimizin de, yaptıklarımızın da bir önemi yok.

Yine de bu krizin ideolojilerden çok dinleri vurduğu da açık. Bir yandan sosyalist olup, bir yandan kapitalizmin nimetlerini sonuna kadar kullanma meraklısı insanlarda da farkedilen bir tuhaflık var ancak dini kaynaklı düşüncelerin yarattığı tutarsızlık daha bariz.

Daha bariz, çünkü dinin kaynaklarının biraz daha bağlayıcılığı mevcut. Sosyalizm'de efal-i mükellefin olsa, Starbucks'a gitmek en azından mekruh olurdu ama taraftar toplamaya meyyal düşüncelerin ahlaki doğrular konusunda ahrazlığı avantaj olduğundan, kişiler hem sosyalist olup, hem de kapitalist düzenin içinde mırıl mırıl idare edebiliyorlar.

Müslüman için bu daha zor. Çünkü meseleyi getirip kişinin yaşadığı hayata bağlıyor, insanın (kendisi küçük de olsa) yaptıklarından sorumlu olduğunu hatırlatıyor. Bir yandan tefecilik yapıp, bir yandan müslümancılık oynamak (imkansız değilse de) yokuş.

Bunun dini anlayışa getirdiği bazı problemler de mevcut. Modern hayat dini kişiselleştirdiği ve onda toplumun geneli hakkında söz söyleme hakkı görmediği için, faiz veya içki gibi dinin haram saydıklarını ortadan kaldırmak mümkün olmuyor. Bunun üzerine, bir de modern sistemin getirdiği karmaşık cihazların değerlendirilmesinin sağlıklı yapılamayışını ekleyin. Misalen kağıt para gibi, temelde devletin halkın elindekini çalmasına hizmet eden bir aracın faiz yasağına ne kadar girdiğini değerlendirmek zor. Zenginlik ve ekonomiyle ilgili hemen bütün kavramların kağıt para emisyonuyla doğrudan ilgili olduğu yerde, enflasyon oranında faiz, riba olur mu sorusu çetin ve hafiften anlamsız bir soru. Tek geçerli ekonomik değerin altın olduğu bir yerdeki yasağı şimdiye uygulamak gerekirse, halktan izinsiz para basılmasının, kambiyo işlemleri ve arbitrajla para kazanmanın, siyasi otoriteye bağımlı ekonomik ölçü birimi olan paranın, menkul kıymet oyunlarının da değerlendirilmesi gerekir. Derin bir tahkikle bunların çoğunun riba yasağının hikmetine dahil olacağını ve haram kabul edileceğini düşünürüm.

Buna bakıp din artık işe yaramaz da diyebiliriz tabi, bu birinci seçenek. Ancak bana bunları düşündüren ve elimden geldiği ölçüde doğru yaşamak diye bir şeyin varlığına inandıranın İslam olduğunu da gözardı edemem. Dün de, bugün de, yarın da kişisel menfaatlerin doğrulukla çatıştığı her yerde İslam'ın söyleyecekleri, seküler ahlak teorilerinin söyleyeceklerinden, en azından nezdimde, daha etkilidir. İnsanlar ne yapılması gerektiğini bilir, hepimiz yaşadığımız bu hayattan daha iyisini yaşayabileceğimizi biliyoruz, üzerimize düşen vazifelerin farkındayız, ancak bunu uzun vadeli devam ettirebilmek için destek rasyonellik veya felsefe yoluyla gelmiyor; kırmızı ışıkta geçmek kötü ile kırmızı ışıkta geçmek haram arasında bir bağlayıcılık ve ton farkı var.

Yazı alıp başını gidiyor, söylemek istediğim asıl meseleye geleyim: Modern çağın karmaşıklığının getirdiği nimetlerden yararlandığı ve bunlarda hak ve hakikat ölçüsü aramadığı halde, etrafına karşı en birinci müslüman görünmeyi becerebilen insanlardan bahsetmek istemiştim. Muamelata dair işine gelmeyen kuralları önemsemediği halde, işine geldiği ölçüde dini referansları psikolojik harp cephaneliği olarak kullananlardan.

Adam Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, hatta bir de memur, devletin sağladığı imkanları kullanıyor, onun iyi bir vatandaşı; ancak devletin mahkemesi onu boşadığında, ben dini nikah yaptım, boşamam da boşamam diyor. Bu söylediği dinen de saçmalık, çünkü farzımuhal dinen makbul bir mahkeme de aynı şekilde boşayabilirdi, ancak devletin pek de müslüman olmadığı, sağladığı bütün imtiyazları değerlendirirken değil, adamın aklına o zaman geliyor. Bir başkası, dinen namuslu kadına iftira en ağır sözlerden olduğu ve birine zani demek için cinsel birleşmeyi gören dört şahit gibi pratikten öte bir şart gerektiği halde, birine etek boyu kısa diye her tür lafı edebiliyor. Bir kadına zina ithamında bulunmanın ne demek olduğundan ve gizli kalmış bin zinanın, bir zina iftirası kadar önemi olmadığından habersiz veya habersiz kalmak işine geliyor.

İnsanın dini hassasiyetlerle modern çağa tamamen uyumsuz bir görüntü sergilemesinde, bunu savunmasında, tutarlı olduğu sürece eleştirilecek bir taraf görmüyorum. Modern hayatın karşısında mağlup olmuş bir hayat biçimini takip etmeyi, tüm dezavantajlarına rağmen sürdürmeye çalışmasında saygı duyulacak da bir taraf var. Asıl ikiyüzlülük dinin sağladığı psikolojik ve sosyal konforu sonuna kadar istismar ederken, modern hayatın, ekonomik ve siyasi cihazların imkanlarını tepe tepe kullanınca ortaya çıkıyor.

Din ile dünyanın birbirinden ayrılmasının (hele İslam'da) mümkün olmadığını biliyoruz. Mamafih (dinî jargonu alıp satan manasına) İslamcı diyebileceğimiz bu insanların dini ve hikmeti kavrayışlarının hemen hiçbir zaman dünyayı daha iyi bir yere dönüştürmeye namzet olmadığının da farkındayız. Türkiye'deki İslamcılık tecrübesinin gösterdiği de, iktidar, güç ve sair imtihanlar karşısında İslamcıların en dünyeviden daha dünyevi bir hale girebileceği ve iktidar hevesinin gerisinde ter dökülmüş bir murakabe çilesinin olmadığıdır. Ekonomiden Amerikan tarzı liberalizm, siyasetten fırsatçı faydacılık, hukuktan Batı'da neyse öyle yapmak anlayan insanların ve onların sürüklediği kitlelerin daha iyisini ortaya koymasını beklemek anlamsızdır.

Yarım dindarlardan oluşan topluluk, işine gelen bir din üretir. Zor olan kısımları es geçer, görmez, duymaz, anlatmaz, unutur; kolay olan kısımları da birbirine tasallut etmekte kullanır. Günümüzde zor olan kısım yeryüzünde hakkı ve adaleti temsil etmek, güçlülere karşı menfaat ve siyaset hevesinin ötesinde Allah rızası için mücadele etmektir. Kolay olansa kadını ezmek, dini öncelikleri sulandırmak, ibadetlerin ayrıntısıyla uğraşmak ve İslamı bir merasim dini haline getirmektir. Dindarlaşma deyince kimsenin aklına birincisinin gelmeyişi ve ikincisinin gelmesinde Türklerin gerçek dinine dair bir işaret var.

Durduran

Yaşamakla yazmanın kavgasından bir cümle olarak, yazanların yaşamadığı ve yaşayanların yazmadığına dair bir düşünce vardır. Bu doğru değil. Yazmak başka bir cinsten yaşamak olduğu için yaşamaya izin vermiyor. Yazarken daha rahat yaşamak, hür dünyaların hür insanlarından biri olmak mümkün. Hatıralarını kafasının bitmeyen odalarının duvarlarına asmış, yerdeki böcekleri ve tozları temizlemiş kimseden daha rahat kim olabilir?

Aklıma bazen fazla olumsuz yazdığım geliyor, yeryüzünde tutunacak bir dal arayanlara hizmet eden bir halim yok. Hiç mi iyi bir şey yok diye sorabilirler.

Anlattığım eğrilerden daha fazla doğru var. Ben de o kadar kötümser bir insan değilim. Sevmediğim pek çok şey var, hoşuma gitmeyen, onlardan bahsetmek daha çok işime geliyor, çünkü doğrulardan bahsetmek için bir zemin. Eğrileri anlatıyorum ama hemen hepsinin bir doğru tarafı, bir de doğrultulabilecek tarafı var. İnsanın aptallığından bahsediyorum ama çoğunun gerçekte iyi niyetli olduğunu ve kendisi ve ailesi için iyilik istemekten başka kusuru olmadığını da düşünüyorum, beceriksizlikten şikayet ediyorum ama bir yandan insanların becermeyi istemeleri hoşuma gidiyor, dilden ve düşünceden anlamayışları ciğerime dokunuyor ama bir yandan da böyle bir hayatın daha az yanlışa vesile olacağını düşünüyorum.

Meseleyi insan olmak çeperinden fazla çıkarmayınca, aslında dünya da, onun üzerinde yaşayanlar da gayet güzel. Güzel insanlar bir araya geldiklerinde bazen güzel olmayan işler yapıyor, bazen de yaptıklarının güzelliğini anlayamıyoruz. Bütün yollar iyiliğe çıkar demenin bütün yollar kötülüğe çıkar demekten bir farkı olmadığını, iyiliği kötülüğün, kötülüğü iyiliğin takip ettiğini biliyoruz. Buna rağmen iyiliğin kötülükten daha fazla olduğuna da kanaatim tam.

Tarihi bir nehir, kavimleri o nehrin kolları gibi görüyorum. Tarihin sonuna yaklaştığımız, büyük denize dökülmeye yakın bir zamanda olduğumuzu düşünen çok ve ben bununla birlikte okyanusun kötü olmadığını düşünüyorum.

Türk Kibri

Yusuf Kaplan'ın bir yazısını okudum. Küresel sistem çökerken falan filan.

Türklerin ekseriyetinde böyle bir buralar bizim havası mevcut. Velakin bunun altını dolduracak kadar kuvvetli değiliz. Son on yılda bitinin kanlanması bir şey, Ortadoğu'da Osmanlıcılık oynayacak kadar kuvvetli olmak başka bir şey.

Tarih felsefesi yapalım diyor Yusuf Kaplan. Tarihte benim bildiğim kimse Osmanlı'ya, ağabey, siz ne kadar soylu ve büyük devletsiniz diye getirip Ortadoğu'yu teslim etmedi. Bahsedilen her yer silahla elde edilmiş ve Osmanlının silahlı gücü ortadan kalkınca el değiştirmiş bölgeler.

Tarihimizi avcı hikayesi gibi anlatmayı seviyoruz ama en azından şunu da kabul etmek lazım: Ortadoğu'nun bugün Afrika'dan sonra dünyanın en geri, en az kitap okuyan, en az üretim yapan bölgelerden olmasının mesuliyeti de Osmanlı'nın omzundadır. Buralara münhasır bir garezi olduğundan değil tabi, yine de kurduğu sistemin hastalanması ve tedavi edilemeyişi sonucu, hem buralar, hem oralar bugün yaşadığımız dertlerle meşgul.

Osmanlı yeniden kurulabilir mi? Kurulamaz. Bizim insan potansiyelimizle kurulamaz. Batı'nın krizi gelip geçer ancak insan sermayesi yerinde kaldığı sürece, bir şekilde kendine gelir. Ekonomik farkın asıl sebebi insan sermayesi olduğundan ve bunun geliştirmek, mesela duble yol yapmak kadar kolay olmadığından bizim yapabileceğimiz de sınırlıdır. Türkiye gelişiyor olabilir, ancak Osmanlı'nın diğer milletlere nazaran geliştiği kadar hızlı değil, zaman o zaman değil, insanlar o zamanki insanlar değil.

Bir de Osmanlı rüyalarıyla ıslananların, 1945'ten sonra bu işlerin artık o kadar da kolay olmadığına dikkat etmesi gerekir. Bakarsın Amerika çöker, Avrupa sallanır, doğru, ama mesela Çin petrol ihtiyacını yerinden görmeye kalkarsa, Doğu Akdeniz'e kadar önünde durabilecek bir güç yoktur. Malum kötü, bilinmeyen kötüden iyidir. Haracımız bellidir en azından. Kartlar yeniden karılırsa, kimin eline ne kadar düşeceği belli olmaz ve kartların karılması demek İkinci Dünya Savaşının daha büyük ölçekte yeniden yaşanması demektir.

Ol sebepten efelenmek, tarih yazmak, Osmanlıyı yeniden kurmak falan, güzel görünen ama dikkatle yaklaşılması ve ipteki cambazla beraber yerdeki yankesicileri de hatırlatması gereken hayaller.

Tuesday, February 28, 2012

Kitap-sız

# Kitap-sız

Kitabın karşılığı kitaptır. Tekkitabın karşılığı da tekkitap. Tekkitabı
yerinden etmeye çalışan, milyonlarca veliaht sunmaz, tek bir veliaht
sunar.

Bir kralı indirmeye çalışan, başka bir kral bulur. Bir yöneticiyi
değiştirmeye çalışan başka bir yönetici bulur. Bir çemberin tek bir
merkezi olur.

Kur'an'ı beğenmeyenin elinde daha iyisinden *tek* kitap olmasında fayda
umulur.

Sunday, February 26, 2012

Zihin Hijyeni

# Zihin Hijyeni

Elimizi temiz tutarız, bedenimizi temiz tutarız, evimizi temiz tutarız
ama bunlardan daha önemli olan zihnimize giren çer çöpe dikkat etmeyiz,
dağılmasına izin veririz, içine koyduklarımızın küflenmesine ses
çıkarmayız, kokuların gelmesi bizi ilgilendirmez.

Tahayyül etmesi hayli zor ama Rönesans'tan önce yıkanmayı bilmeyen
Batı'nın halleri gibi zihnimize bakışımız. Onun temiz tutulması
gerektiğini bilmiyoruz. Ne girerse onun çıkacağından, düşünce
armutlarımızın, ilgi ağacının dibine düşeceğinden habersiziz.

Kader Çizikleri

# Kader Çizikleri

Çizilmiş bir resmin seyreder gibi yaşamak, anlattığı manzara ne olursa
olsun, bir resmi ne kadar zevkle izlersen, hayatı da öyle
izleyebilirsin. Kendi hayatın olması, manzaranın kötü olması, renklerin
uyumsuz olması aldığın zevke engel değil.

Kimisi fırçanın elinde olduğunu, hayatınla istediğin resmi
yapabileceğini söyler. Peki ya boya? Tuval? Fırça elimde ama ya bende
zeka boyası, güzellik rengi yoksa, ya tuvalimde yırtıklar varsa, yine de
istediğim resmi yapabilir miyim?

İnsan yaşadıkça kaderin ve *kaderinin* ne olduğunu anlıyor. Kaderinin ne
olduğunu acizliğiyle anlıyor, çırpınarak anlıyor, *sonra kaderime geldin
ey Musa* diyen ayetle anlıyor. Kaderin ne olduğunu da geçmişini tefekkür
edince anlıyor.

Kaderin anlamının *yasa* ve *ölçü* olduğunu, Allah'ın önceden takdiri
anlamına gelmediğini söyleyenleri de biliyorum, anlam bu da olsa, insan
kendi ölçüsünün, nereden nereye gittiğinin farkına da ancak yaşadıktan
sonra varıyor.

Hayatta gerekli ve yeterli şartlar yok; bir noktadan bir noktaya
dosdoğru çizgiler çizemiyoruz, gördüğümüz desenler var, çalışanlar
kazanıyor mesela, ama her çalışan kazanmıyor, her kazanan da çalışan
değil... Biri laboratuvarda ömrünü sonuçsuz deneyler üzerinde
tüketirken, diğer partide tanıştığı biri vasıtasıyla önemli işler
yapıyor. Biri sınavlarda çok iyi dereceler alıp, banka müfettişi
olurken, diğer okuldan atılıp banka sahibi oluyor.

Okuldaki gibi değil, sınavlar net, sorular sıralı, cevaplar puanlı
değil, her sınavı kazanmak, her iyiliği bir arada yaşamak, her soruya
cevap vermek mümkün değil. Tercih çok fazla, aklımız kısıtlı,
makinelerimiz aptal ve biz de kendimizi elimizde fırça, hayatımızın
resmini yaparken hayal ediyoruz. Boya ve tuval nasılsa bedava.

Neden Artık Şiir Yazmıyorum?

# Neden Artık Şiir Yazmıyorum?

Birkaç seneden beri haikular ve dörtlükler dışında şiir yazmıyorum.

Bilmediğimden değil, çok kötü yazdığımı da düşünmedim, bırakıp şemsiye
yapmamı söyleyen de olmadı.

Birincisi Bachmann'ın *şiir yazmam gerektiği zaman yazabildiğim bir şeye
dönüşmüştü ve onun için bıraktım* dediğini okudum. Benim için de
benzerdi. Laf olsun, torba dolsun kabilinden yazabiliyordum, kafiyesi,
vezni şusu busu *kitleye* göre ayarlanmış, ne ölçüde aşk, ne ölçüde
yalnızlık, ne ölçüde eski kelime kullanılacağını yemek yapar gibi
belirleyebildiğim şiirler. Bunların *kız tavlama* konusunda belki
faydası olabilirdi ama şiir yazmışım gibi gelmiyordu hiç. (Belki eski
şiirleri de toplarım yakında, kararınızı kendiniz verirsiniz.)

Günümüzde *büyük şairler* de dahil olmak üzere, çoğu şiirde bu yapay
kokuyu alıyorum. Bir insan şiir yazma heyecanını on yirmi kırk sayfa
devam ettiremez; o kadar uzun şiir yazıyorsa, ya epiktir ve hikaye
anlatır, ya da şiirin tekniğini sömürme peşindedir. Bana her zaman tuhaf
gelir, her sabah oturup yarım saat şiir yazmak, veya yazmış olmak için
şiir yazmak mesela. Düzyazı için bunu anlarım ve kendim de bir ölçüde
düzenli yazmaya çalışırım, ancak şiir için başka haller de gerekir,
gerekmelidir. Yoksa bunun kuru yazılardan bir farkı olmaz, mesele şiir
cümlesi kurmaksa, cümleleri yazar, yüklemi bir satıra, özneyi başka
satıra alır, nesneyi ya siler, ya şeklini değiştirisiniz; olur size
*şiir*. Bunun için fazla afra tafraya da gerek yok, cümleyi öğelerine
ayıran bir algoritma, gayet başarılı *şiir* de yazar.

İkinci sebep ise hiç bir zaman [Esra](http://esrabalaban.blogspot.com)
kadar iyi yazamayacağımı düşünmem oldu. O şiirleri pişiren iklimi az çok
bildiğim için, kendi çapıma uygun işlerle meşgul olmaya karar verdim.
İklim değiştiğinde şiirlerin değişmesinden de, bu meselenin bir *tabiat*
meselesi olduğuna kanaat ettim. Nasıl ki maddi imkanınız olmayınca araba
alamıyorsanız, manevi imkanınız olmayınca da şiir yazamazsınız. Belki
yazarsınız da, karton araba ne kadar arabaysa, o da o kadar şiir olur.

Şiiri benim için nesirden ayıran, formdan ziyade kişinin tecrübe ve
duygularına kök salmış, oradan besleniyor olmasıdır. Şair başkalarının
başına gelenden ders almaz, etrafı takip etmez, illa kendi yaşar, onu
besleyen yaşadıklarıdır. Nesirle uğraşan ise etrafıyla daha ilgilidir,
hikayeci kendi başına gelenden çok başkalarınınkini anlatır, denemecinin
derdi de etrafa dair ahkam kesmektir.

Buradan bakınca, aslında hala şiir yazıyor ancak bunu şiirmiş gibi
değil, düzyazıymış gibi yazıyor oluyorum. Zaman zaman burada okuduğunuz
bazı yazıları şiir diye sunmak mümkün. Yine de şiir formunu ondan daha
iyi anlayanlara terk etmeyi uygun buluyorum diyelim. Şairlik zor geliyor
da diyebiliriz. Korkup kaçtığım da doğru olabilir.

Benzeşen

# Benzeşen

Ivo Andric'in *The Damned Yard* isimli hikaye kitabını okuyorum. Osmanlı
devri ve sonrası Bosna'dan hikayeler anlatıyor. Genelde Hristiyanların
hallerini anlatıyor ama insanların hayatları çok tanıdık geliyor. Şarap
ve domuza düşkünlükleri hariç.

Tüm Ortodoks dünyasıyla ilgili böyle bir gözlem sunulabilir. Rus
edebiyatının çizdiği insanların benzerlerine etrafımızda rastlamak,
İngiliz veya Fransız edebiyatının çizgilerinden çok daha kolaydır.

Bu bana içinde yaşadığımız kültürün etrafındaki yaşayışlardan ne
yollarla benzediğini düşündürdü. Kültür dediğimde bundan büyük ölçüde
İslam'ı kastediyorum. Dini yorumlayışımız diğer dinlerin mensuplarından
nasıl etkilendi?

Basit açıklaması, tasavvuf için Hint, Şamanizm ve sair kaynakları işaret
edenlerinki gibi *bazı inançları onlardan aldık* şeklinde. Böyle olması
gerekmediğini düşünüyorum. İnsanlar birbirlerinden o kadar kolay *inanç*
kapmaz, eski toplumlarda bu daha zor olmalıdır.

Daha çok komşunuzun çiçeğine gösterdiği hassasiyete bakıp, çiçeklerinize
daha iyi bakmak gibi bir psikoloji işliyor gibi. Hristiyanların İsa
Mesih'e duydukları derin bağlılık, bizde (ASRBÜO) Hz. Peygamber'e
gösterdiğimiz ihtiramı (bazen aşırı derecede) artırmış olmalı, Asya'nın
değişik iklimlerindeki rind ehlinin dünyaya dönüp bakmaz halleri, benzer
bir hayatı İslam içinde yaşamayı teşvik etmiş olmalı ve modern dünyanın
getirdiği dünyevi kurtuluş arayışı, İslamcılık adını verdiğimiz fikir
akımlarını doğurmuş olmalı.

Evinin duvarındaki İsa mizanseninden, sıkı sıkıya her Pazar ayine
gitmesine, bayramlarındaki heyecanından, azizlerine duyduğu hürmete
bakınca, bir müslümanın Hristiyan olmasını değil, kendi dininde de buna
benzer taraflar araması beklenir. Kandiller, şeyhlere ve mollalara
duyulan ihtiram, Ramazan kültürü, hat ve sair sanatların gelişmesi aynı
şehri paylaştığı Hristiyanlara karşı gelişmiş bir refleks gibi geliyor.
Doğuda ve Batıda manastır ve *uzlethanelerin* bulunduğu yerlerde
tekkelerin ortaya çıkması da benzer bir etkiyle olabilir.

Modern dünyada varolan İslam'ın giderek ona benzemeye başlamasında da
böyle bir etki seziyorum. Müslümanlar dümdüz bir modernlik peşinde
değil, ancak kendi dinlerinden modernizme uygun yeni bir kültür
oluşturmaya çalışıyorlar. Kadınlarla ilgili hükümlerin daha çok
tartışılması, dini metinlerin rasyonel açıklamaları, yeniden ve yeniden
tefsir edilen Kur'an, çoğulculuk ve demokrasinin kabul görmesi, her
şeyden haberdar olmaya hevesli entelektüelcilik ve günlük siyasetin dini
dil içinden gelişmesi bu sürecin etkilerinden. Bunu diğer süreçlerden de
hızlı yaşıyoruz, çünkü zaman hızlandı; insanlar yeni dünyaya uyum
derdinde.

Bütün bu benzeşmelerin *iyi* veya *kötü* olduğuna dair fikir beyan etmek
zor; namazı uzun uzun merasimle kılan bir cemaatin içinden, sadece farzı
kılıp çıkmak ne kadar kolaysa, bu etkilerden korunmak da o kadar kolay.
Teorik olarak mümkün, ama nasıl ki yan dükkandaki adam her gün camlarını
silerken sizin silmemeniz pek olmazsa, her daim güzel kokan
arkadaşınızın yanına parfümsüz gitmek nasıl zorsa; bu süreç de İslam'ın
değişik yüzlerini ortaya çıkarıyor. Allah kötüye değil iyiye, çirkine
değil güzele, zalime değil adile benzetsin.

Friday, February 17, 2012

Eski Hikayelerin Yeni Takdimi

2008'e kadar yazdığım hikayeleri topladığım bir kitapçık vardı. Uzun zamandır bunu güncellemeyi düşünüyordum. Dün nihayet elim değdi. İki hikayeyi çıkardım, ufak tefek düzeltmeler yaptım, tırnak işaretlerini italiğe çevirdim, LaTeX memoir sınıfını öğrendim, SVG dosyasından logoyu düzenledim, adını değiştirdim falan.

Biraz daha oynasam hikayelerin hiçbiri kalmayacaktı. Muhtemelen 4. takdime iki hikaye daha çıkaracağım. Net bir kararım olmadığı için bıraktım. Kitaplarda edisyon numarası arttıkça materyalin artması adettendir, benimkilerin tam tersi olmasını istiyorum.

Kitaba şu bağlantıdan erişebilirsiniz. Varolan güncellemeleri de ana sayfadan takip edebilirsiniz.

Tuesday, February 14, 2012

Vahiy

Vahye iman, bir yaratıcıya imandan daha zor, daha çetrefil ve daha önemli.

Daha önemli, çünkü vahiy olmadan bir yaratıcıya inanmanın pek bir esprisi yok. Kainatı yarattı ve tatile çıktı denen bir tanrının, bizim işlerimiz açısından var olmayan bir tanrıdan farkı ne?

Peki vahyin varlığını, hani her yerde okuduğumuz cinsten tanrının varlığı cinsinden isbat edebilecek birileri var mı? Müslümanlar açısından tek kaynak kendine bu konuda referans veren bir kitap ve yine kendine o kitabı insanlara gönderme konusunda referans veren bir peygamber.

Bu ikisi de alıştığımız anlamda bir isbat anlamına gelmez. Kitaba bakıp, dediklerinin doğru olduğunu, peygamberin hayatına bakıp peygamber gibi olduğunu düşünebiliriz, ancak bunlar günümüzün modası bilimsel isbatı yapmaya yetmez. Diğer bütün insanlar gibi, peygambere de neden o peygamber oldu? diyebilirsiniz, başka kimse yok muydu? ve Kitap da içinde öyle her şeyin yazılı olduğu bir kitap veya bütün meselelerin çözümü olan bir kitap gibi durmaz. Daha önce ve daha sonra yazılmışlardan ayrı bir üslubu olmasına rağmen bu da kendi başına bir isbat sebebi sayılmaz.

Şahsen benim imanıma sebep olan, o kitap gibi bir kitap yazmaya çalışmamdı. İnne edatını gördüğü her ayete muhakkak ki diye başlayıp, Türkçe'deki bu tuhaf Kur'an algısını oluşturan mealler gibi değil, aslı gibi bir kitap. Türkçe bir kutsal kitap.

Bunun yazılabilir olduğunu söyleyen, daha iyisinin yazılmış olduğunu söyleyenlere de rastladım. Efendim, işte Ulysses var, Karamazov Kardeşler var, Shakespeare var falan. Eh, bu saydıklarınızı da okuyorum, başkalarını da, sonra bir de Kur'an okuyorum; Kur'an'ın anlattıkları yaşı itibariyle benden çok daha uzak olduğu halde, bazı yerlerde doğrudan bana konuşuyormuş gibi geliyor. E, hatta hatırlıyorum, ihsanın karşılığı ihsandan başka bir şey midir? O halde rabbinize karşı nasıl yalancılar oluyorsunuz? dediğinde ah edip döndüğümü.

Vahyin günün moda şekliyle bilimsel bir isbatı yok. Aynı şekilde peygamberliğin de isbatını yapmamız mümkün değil. Peygamberin etrafındaki insanların onu doğru anlayıp, doğru tahlil edip, doğru aktardığına güvenmemiz gerekiyor. Bunun dışında, yine bir isbat sayılmayacak yukardaki gibi tecrübeler var. Onların da bir kıymeti yok, neticede subjektif bir anlayış.

Ha belki de, zaten vahyin ve onu indirenin derdi objektif bir vahiy değildir, belki peygamberini, yeryüzünün tek bir kişiyle başlayan tek medeniyetini kurdurmak için göndermiştir, belki de kutsal kitap kavramımız sakattır, korunanlar için bir yol gösterici olan kitabın, tüm dertlerimize deva olmasını talep etmek, mesela suyun neden yokuş yukarı akmadığını sormak gibidir. Kitap suya doğru yürümeye teşvik eder, onu getirip ağzınıza boşaltmaz.

Neden varız? sorusuna başka şekillerde de cevap veremeyen insanın bunu Kitaba sorduğunda aldığı bana kulluk etsinler diye cevabını beğenmediği belli. Bu kadar basit olamaz deyip, peygamber ola ola o mu oldu ile başlayan, Kitabın hatalarını sayıp döken diskurlarla devam eden, ancak toplamda daha iyisine değil, kremalı da olsa daha ekşisine varan düşünceler. Kur'an veya peygamberi elemekte kullandığı teknikleri kendi hayatında uygulayan insanın yapacağı en dürüstçe şey -eğer bizzat kendi vahiy almıyorsa- intihar gibi gelmiştir bana hep. Bunlara inanmayanın nezdinde inanacak daha kapsamlı bir kitabı olması beklenir.

Belki de vahyin en büyük manası şudur: İnsanın Allah'a muhatap olabileceğini, sonu görünmeyen kainatın içinde ve sayısını bilmediği insanlar arasında yalnız olmadığını hatırlatmak. Bunu dilden dile, gönülden gönüle aktarmak. İnsana hayatın ne kadar küçük olursa olsun, karşıma geldiğinde alemlerin rabbiyle muhatapsın demek. Kötülükleri terket ve sana daha iyisini vereyim vaadinde bulunmak. Hiçbir insanın başkasına veremeyeceği sözleri verebilmek. Hiçbir insanla tutuşulmayacak tam bir dürüstlük aktine varmak.

Arada bir eski alışkanlıklarım depreşip, Rakamlı Kitap'ın ağır yükündense, kendime şöyle ince, basit ve savunması kolay bir kitap yazsam, mesela Tractatus gibi olsa ama onun konuşmadığı yerlerde de konuşsa diyorum. İlk cümleyi yazdıktan sonra bakıyorum ki yine olmamış. Akabinde peygamber kendi yazmışsa da iyi yazmış diyorum, ezan okunuyor, bak diyorum, kendim kitap yazıp onunla karşına gelecektim ama yine beceremedim; Hamd alemlerin rabbi olan Allah'a olsun ile başlıyorum; Hamd neydi, neden alemlerin rabbi, nerede o alemler? derken, bizleri doğru yola ilet ayetine varıyorum ve aklıma Allah'ın isteyen kullarını doğru yola ilettiği geliyor.

Büyük Gri

Doğru ve yalan arasındaki büyük gri bölge. Hepimizin yaşadığı yer.

Tam yalan söylemek de, tam doğru söylemek gibi cesaret işi. Nasılsın? dediklerinde, iyiyim demek bile mesela, bu büyük gri bölgede. Ne tam bir yalan düşünecek kadar zaman, ne tam doğruyu anlatacak kadar cesaret var.

Büyük gri alan, kullanmayı bilene büyük imkanlar sunuyor. Verdiğiniz sözleri bu alanda tutarsanız rahat ediyorsunuz, kendinizi bu alanda anlatırsanız pek ilişen olmuyor; ne doğru, ne yanlış. Kimseyle kavga etmeyecek ve kimseyle sevişmeyecek insanın bölgesi. Rahat ılık.

Büyük griyi kullanmayı bilmeyenler, insanların bu alanda sosyalleştiğini bilmeyenler, yaşları itibariyle hoş görülecek durumda değilse asosyal damgası yiyiveriyor. Ya rahatsız edecek kadar doğrucu, ya elle tutulmayacak kadar yalancı. Her ikisinde de gri bölgenin dilini konuşmayı öğrenemediğini düşünüyoruz.

Benim de böyle bir tarafım var. Kesinlikleri seven yanım griliği azaltmak için uğraşıyor, bir yandan bu griliğin insanın sosyal hayatının vazgeçilmez bir parçası olduğunu bilerek. Griliği kullanmayı bilmediğimden değil, yazarken de, konuşurken de, ne doğru, ne yanlış olabilecek, kendimi ve etrafımdakileri zor durumda bırakmayacak cümleler kurabiliyorum ama bazı zamanlar canım istemiyor; bazı zamanlar akademisyen, programcı veya blogcu olarak yaptığımız işin çok da matah bir şey olmadığını, gri bölgenin kuralları içinde debelendiğimiz aklıma geliyor.

Gri bölgenin ebedi sakinleri o halleri anlamıyor; ciddi ve rasyonel olmayı tercih ediyorlar. Etraftaki kimselerle gri bölge dışında karşılaşmak zorunda kalacağını hisseden çoğu insanın korkusu, biraz da kendiyle gri bölge dışında karşılaşmak. Çünkü kendine dümdüz doğru veya dümdüz yalan söylemek de başkalarına söylemek kadar zor.

Gri bölgede kerhen yaşayanların neden zaman zaman hakikatle, yalanla, gerçekle kafayı bozduklarını anlamıyorlar. Bunları kuru ideal cinsinden, pek de anlamı olmayan ama herkesin lafını ettiği cinsten nişan taşları olarak görüyorlar. Herkes okunu oraya doğru atıyor, ancak çoğunun derdi gerçeği değil, ağaçtaki armudu vurmak.

Gerçeği hedefleyenlerse, neden bu kadar okun armutla buluştuğunu anlamıyor. Herkesi kendi gibi sanan gerçek budalası tiplerin, bir yandan da bu kadar şaşkın olması ilginç. Menfaat temini için hemen her şeyin edebiyatının yapılacağını bilmiyor; gerçek, yalan, doğru ve yanlışın müstakilen bir anlamı olmadığını görmüyor, organizmaların tatmin etmek zorunda olduğu ihtiyaçları için nişangah olduğunu kabul edemiyor. Pek çoğunun gerçekten, haktan, hukuktan, adaletten bahsederken, armuttan, elmadan ve karpuzdan bahsettiğini anlamıyor.

Gri bölgenin yabancıları.

Kendimi çok zaman o bölgede neden yabancı hissettiğime dair sorguluyorum. Neden olduğum şey oldum? Neden okumak, yazmak ve insanları gözlemek suretiyle öğrendiğim gri bölge kanunlarına biat etmiyor da, bunu insanın bir eksiği olarak anlamaya devam ediyorum?

Nişangahlar gerçeği mi gösteriyor, yoksa aslında birbirine fısıldaşarak armutları işaret edenlerin söylediği hak mı?

Monday, February 13, 2012

Kimseyi Beğenmeyen

Beğenenler nasıl bir dert olduğunu bilmez, kibre yorar. Kibir beğenmemekten kaynaklanmaz halbuki, kendindekini fazla beğenmekten kaynaklanır.

Beğenmek istediğim şeyler oluyor. Beğenmem gerektiğini düşündüğüm oluyor. Sevdiğim insanların tavsiye ettiklerini, beğendiklerini beğenmeye çalışıyorum. Sosyal bir beğenici gibi de davranıyorum, çok zaman en az sevmediğim anlamına gelse de, bir şeyleri beğenmiş gibi yapıyorum.

Velakin hakkıyla beğenmek mümkün mü bilmiyorum.

Yüksek ve rafine zevklere sahip olduğumu iddia edemem. Kendimi çok sıradan şeylere gömdüğüm ve çıkmadığım, beğendiğim için değil, kendimi boğmaya çalıştığım için çıkmadığım, belki kafamın içindeki ses bir an olsun susar diye çıkmadığım vakidir.

Olanı olduğu gibi görmek gömmeye çalıştığım o sesin kesilmesiyle mümkün. Ses kesildiğinde, beğenmek veya beğenmemek önemsizleştiğinde ortaya çıkan bir güzellik var. Her şeyde var. Varlığın özündeki güzellik. Dil ile konuşulmayan, söz ile anlaşılmayan bir güzellik.

Beğenmek işte o güzelliğe ihanet gibi geliyor. Sevgilinin yanından ayrıyken, kıymetsiz olduğunu, sevmediğini bile bile harama uzanmak gibi. Sevgilinin güzelliğini bilirken, sefih eğlenceler peşinde koşmak.

Beğenmeyişim bundan mı? Yoksa sadece maruz kaldığım eşyanın getirdiği bir yorgunluk mu? Hayata maruz kalmanın sevkettiği bir uzaklık mı?

Bir karanlık odada on gün geçirmek istiyorum. Kendimi sıfırlamaya yarar mı? Ben de herkes kadar hayata meraklı olur muyum? Yoksa karanlığın özündeki güzellik kendini ifşa eder de, beni yeryüzünün en keyifsizleri arasına mı katar?

Saturday, February 11, 2012

İkiyüzlülüğün Kokusu

Camilerimizin dertlerinden biri. Bazılarında ayakkabıları poşetleyip saklamaya teşvik etseler de, genelinde böyle bir rayiha mevcut. Dışardan bakan için alamet-i farikası sayılabilir. Bu kokuyu inkar etmeyi müslümanlığın şartlarından gören de çok ama onlardan değilim.

Bir anormallik var.

Anormalliğin büyüğü şurada: Normal şartlar altında vakit namazlarını kılan bir müslüman ayağını günde en az üç defa yıkar veya mesh kullanır ve çorabını ortaya hiç çıkarmaz. Her iki durumda da camilerde böyle bir mesele olmaması gerekir. Bu kokunun ikiyüzlülüğün kokusu olmasının sebebi de budur.

İkiyüzlülüğün kokusu, çünkü cuma hariç namazla ilgisi olmamanın başka adı yok. Bu koku da, ayakkabısı gün boyu ayağında kalan ama camide çıkarmak zorunda kalan adamlara ait. İslam'da cumadan cumaya camiye gitmek diye bir kavram olmadığı halde, dostlar müslüman görsün diye ortaya çıkmış bir adet bu.

Daha işitmedim, vakit namazını kılmayan hiç cumaya gelip de kendini eğlemesin diyen bir imam. Vakit namazı kılmayanın cumasını kıldırmam diyen bir hoca. Sizin asıl derdiniz namazlarınızı ihmal etmenizdir, namaz kılmayana vaaz ve hutbe ne gerek diyip kürsüden inen hatip…

Hiç yoktan iyi değil mi? diyecekler. Ben de hiç yoktan iyi olduğunu düşünüyorum, adam hiç kılmayacağına cumaları kılsın, bayramları kılsın, Ramazan'da içkiyi azaltsın; ben kırk yıl oruç tutarım bir işe yaramaz da, adam bir gece kandil diyerek içmez ve kurtulur. Tamam, bunlarda mutabığız, velakin o kokuyu ne yapacağız?

Ben bu işlerle ilgili bir adam olsam, ilk yapacağım bu yukardakileri söylemek olurdu. Cemaat beşte birine ineceği için bir çok sorun ortadan kalkar. (Başka camiye gidebilirler, nasılsa camiye yardım arayan yer çok.) İkincisi halıları kaldırır, yeri taş veya tahta yapardım. Peygamberin mescidinde halı mı vardı? (Sakalını taklit etmek kolay, sıkıysa mescidini ve evini taklit edin.) Bir de meshin ne olduğunu anlatır, belli şartları sağladığında ayakkabı çıkarmadan da namaz kılınabileceğini söylerdim. (Gün boyu ayakkabısını çıkarıp abdest alma imkanı olmayanlar için mevcut kolaylıkları lütfen en yakın müftülüğe sorunuz. Anladığım kadarıyla imamlara da öğretmiyorlar bunları.)

Fıkhen 40 adım atılmış ayakkabı temiz sayılır, ancak oradaki halının kirlenmesine cemaatin namaz kılmasından fazla önem verenler hürmetine ayakkabıyı çıkarmak gerekir. Çıkarıyoruz madem, ayağımız temiz olsa; hayır, ayaklarımız da leş gibi, bir de halıyı adımlarsın, yapışır o koku yere.

Dinden maksat süs olsun, camiler turist dolsun, cemaat elektrik faturasını ödesin, hutbelerde kardeşlik mesajları verelim, tiyatro bozulmasın, devletimiz falan filan.

Bol bol parfüm alıp sıkın, belki iyi gelir, halimize daha uygun olması da cabası.

Friday, February 10, 2012

Cefa

Cefa dindarlığın toprağıdır. Dindar nesil yetiştirmek gayesinde olanların bir yandan gelişelim zenginleşelim derdinde olması, maksadın dindarlıktan çok uysallık olduğunu ilham ediyor.

Dindar yetiştirmek kolaydır. İnsan zor zamanlarda doğal yoldan dindarlaşır. İnsanların hayatı kontrol edilemez sebeplerle zorlaştığında, çareyi dinde (veya din fonksiyonu gören felsefelerde) bulurlar. Cefa olmasın ama din olsun diyenlerin asıl derdi, istisnalar mahfuz, kabileciliktir. Bizden olsun meselesi. Olsun, ancak bunun adı dindarlık değil, cahiliyye hamiyetidir. Cühelanın birbirini himaye etmesi, el kol dirsek temasıyla yürüyen bir düzen.

İslam'da çilecilik yoktur diyorlar, doğrudur, çünkü İslam tekkelerde beslenen yapay bir çile yerine, hayatı kendisini bir mücahade alanı yapar. Ne zaman ki bu hakiki çile kaybolur, insanlar ferahlar ve zenginleşir, bazıları da kendilerini, hani güneşte değil de, floresan ışıkta yetişen cinsten meyvelerle besleme ihtiyacı hisseder. Pazar kapanmış, mücahede durmuş, insanlar dine tok karınlarıyla istirahata çekilmiştir.

Şimdiki müslümanlara sorunuz: Gelişelim görüşelim güzelleşelim, tamam, peki neden? Bunun bir cevabı yok. İktidar bizim olsun diye ikiyüz yıldır uğraşıyordunuz, hadi sizin oldu, ne yapacaksınız?

Ben söyleyim ne yapacağınızı: Padişahlar ne yapıyorduysa, Cumhuriyet'in kadroları ne yapıyorduysa, siz de onu yapacaksınız. Kuşatıcı bir fikir, yeryüzüne ilham verecek bir anlayıştan uzak insanların daha fazlasına gücü yeteceğinden derin şüphelerim var.

Thursday, February 9, 2012

Devlet Sırrı

Her devletin sırrı vardır herhalde, ancak bizimkininki biraz daha fazla gibi duruyor.

Devlet sırrına ihtiyaç duymanın sebebi nedir? Ülkeyi dünyanın gözbebeği, herkesin sahip olmak istediği bir toprak olarak görmeye başlayınca, eh tabii ki, ulus ailemizin etrafa bilgi vermemesi de normalleşmeye başlar. Bilgi verelim de evimizi mi bassınlar?

Etrafımızdaki dünyayı Osmanlı'nın at koşturduğu yerler diye seyretmeye başlayınca böyle acayip bir politik fikir de gelişebiliyor. Dünya düzeninin stabiliteden başka şiarı olmadığını, Türkiye'nin lehine veya aleyhine kimsenin stabiliteyi bozmak istemeyeceğini unutuyor bu zevat. Nükleer bir savaşı göze almadan kimsenin Osmanlıcılık yapamayacağını da unutuyor. (Velev ki elinde var, ne farkedecek, kullanabilecek misin?)

Devlet sırrı da işte bu sebeple gerçekte devletin vatandaşına ne kadar yalan söylediğinin ölçüsü. Ne kadar sırrı varsa, o kadar yalancı demek. Yalancı devletler de hep görüldüğü üzere stabiliteye daha çok zarar veriyor. Vatandaşının güvenini kazanmamış, içeriye başka, dışarıya başka, teröriste başka, polise başka, askere başka, siyasetçiye başka konuşan devlet kendi itibarını yok etmekte. Bizim memlekette pek bilinen bir duygu değildir ama vatandaşın devletine güvenmesi de gerekir. Hatta devletin tek vazifesi vatandaşların birbirine ve devletine güvenmesini sağlamaktır. Tüm yasaların hedefi bu olmalıdır.

Fakat.

Sırla güven olmaz. Sırrı çok olana kimse güven duymaz. Korkabilir, ancak bu güvenmek değildir. Güven tesis edemeyen bir devletin de sonunda bir yönetim krizine girmesi kaçınılmazdır. Nitekim bir çok anlamda, Cumhuriyet'in kurulduğu günlerden bu yana en büyük krizin içinden geçiyoruz.

Bir devletin sırlarıyla ilgili yapacağı en iyi şey süresini çok kısa, mesela beş seneyle sınırlı tutmak ve sonra bütün bilgileri (daha taraflar hayattayken) açıklamaktır. Hukuksuzluğu da önler, dedikoduyu da.

Ancak bize ters gelir bu. Türklerin devlete bağlılığı herhangi bir güvenden çok saplantıya dayandığı için ters gelir. Yine de saplantıların en kötü tarafı gerçek algısını yok etmesi olduğu ve gerçekten uzaklaşanı kurt kapacağı için, akıbet güvene dayalı devletlerin olacaktır.

Tuesday, February 7, 2012

Gün Sayan Megaloman

Bir gün kardeşim bana haftanın hangi günü olduğunu sordu. Onu bilmiyorum da, benim 11882. günüm dedim. Deliler hastanesine yatsan oryantasyon testini geçemeyebilirsin, bu söylediğini de megalomaniye sayarlar dedi.

Ah dedim, benim gibi mutevazıların en mutevazısının başına bu da mı gelecekti. Daha yeni bir devlet kurmam, bir anayasa yazmam ve dünyayı değiştirmem lazımdı halbuki.

Bu sonuncusunu demedim tabi. Öyle her şeye inanma okur. Yalan kendini gerçekle dokur.

7binli günlerimden beri ara ara takvim olarak kullandığım bu doğduğumdan beri geçen günleri sayma yöntemini, ümm'ül blogan'da yazıların başında da kullanıyorum. PHP'nin tarih fonksiyonları bir acayip, onun için her zaman tutmuyor ama yaklaşık olarak denk gidiyoruz.

4000 gün kadar önce başlarken derdim neydi hatırlamıyorum, ancak çok sonraları Mu'minun 113'te saymasını bilenlere sor kısmını okuduğumda aaa burada benden bahsediyor demiştim.

Takvim olarak kısa olmasından dolayı tercih ediyorum. 7.2.2012 mi daha kısa 11895 mi? Dümdüz ilerlediği, hafta içi, hafta sonu, ay, yıl falan bilmediği için kendimle ilgili plan/muhasebe yapması daha kolay geliyor. Planlarımı/değerlendirmemi yüz günlük yapıyorum ve mesela birine 95 gündür şeker yemedim demenin üç aydır şeker yemiyorum demekten (önemli olmasa da) bir farkı oluyor.

Bundan daha önemlisi, her gün o sayı arttıkça bunun bir sınırı olduğunu hatırlıyorum. Ben olsam da olmasam da 2012 yılından 2013'e, 2113'e, 2513'e devretme ihtimali kuvvetli ama o sayaç bir gün duracak. Normal takvim kullanırken insan günlerinin bir sonu olduğunu gözden kaçırabiliyor, çünkü o takvimin ilerlemesinin benimle bir alakası yok, ancak 11894'ten 95'e atladığında, bunu gözden kaçırmam imkansız. Bir gün daha kayboldu, bir gün daha yaklaştın.

Bir de (bunu kimseye söylemeyin) yazılar olsun, sair konular olsun, sadece o gün için geçerli oluyor. Blog'daki yazıların başında bu sayıların yazması ondan, E(11895) bunu yazmış. E(11896) belki tamamen başka bir şey yazar, E(11900) ise ne olur Allah bilir. E fonksiyonu nonlineer kaotik bir fonksiyondur, nereden nereye döneceği belli olmaz, bakalım sonunda çizdiği şekil neye benzeyecek.

Hafızası fazla geriye gitmeyen, meselesini gün içinde halletmeye çalışan ve genelde ölümün kardeşi uykuya dalmadan önce yeryüzüyle ilgisini bitirmeye çalışan bir insanım. Çoğundan uzun vadeli işler yaptığım doğrudur, yine de yarın uyanmayacak olursam yeryüzünden olabilecek en az duygusal yükle ayrılmak isterim.

Bir de, ister istemez, o günü olabildiğince hakkıyla yaşamak gayreti oluyor. 11895. şansım bu benim diyormuş gibi. Yeryüzünde bir gün veya daha az kaldık diyenlerden olmamak için.

Bu anlattıklarımla megalomani teşhisini hafifletip dışarı çıkabilirim umarım.

Saturday, February 4, 2012

Teknolojik Çöp

Teknolojiyle sadece tüketici olarak takip edenler için öyle görünmeyebilir, ancak, evet, 1960'lardan bu yana teknoloji daha ufak adımlarla ilerliyor. Internet çok yeni gelebilir, ancak o da o zamanlardan beri hemen hemen aynı yapıyı kullanıyor. Web (veya HTTP – HyperText Transfer Protocol ) ortaya daha geç çıktı, doğru, ancak Internet'in temeli olan yönlendirme ve bağlantıyı idare eden IP ( Internet Protocol ) o zamanlardan beri değişmedi.

Bu diğer alanlar için de geçerli. Hava araçlarında o zamanlardan beri önemli bir değişiklik olmadı, daha büyük ve daha hızlı yapmaya çalışıyorlar. Kullandığımız arabalar hala uçmuyor (ve elektrikli bile değil.) Televizyonlar hala kanal değiştirmemizi bekliyor. Evlerimizi hala o zamanki malzeme ve tekniklerle yapmaya çalışıyoruz.

Ivır zıvır değişti tabi biraz, iPhone 4S çıktı mesela, bilgisayarlarımızı artık delikli kartla değil, ekranlarına basarak kullanıyoruz, arabalarımız nereye gideceğimizi gösteriyor, evlerde duvarların arasına köpük koyunca ısı yalıtımı yapıldığını keşfettik.

Biyolojide Kambriyen patlaması adı verilen bir fenomen vardır. Günümüzdeki canlıların pek çoğu nisbeten kısa bir süre içinde ortaya çıkmıştır. Bu konuda Stephen Jay Gould'dan okuduğum açıklama, gelişme gösteren sistemlerin bu şekilde patlamalarla ilerlemesinin doğal olduğuna dairdi. Aklımda sigmoid eğrisine benzer bir resim kalmış. Eğrinin orta noktasında hız en yüksek seviyede, ortalamayı geçince yavaşlıyor.

İşte biz de teknolojideki Kambriyen patlamasını herhalde geride bıraktık. Teknoloji ilerlemeye devam ediyor, ancak yavaşladı. Tabana yayılmaya başlaması ve günlük hayata girmesi bu intibayı hafifletiyor, ancak büyük teknoloji değişimleri artık daha az yaşanıyor. Bill Gates'in kablosuz ağ bağlantısı ilk defa standardize edildiğinde bunu gelecek nesiller bizim neslimizin önemli bir icadı olarak hatırlayacak mealinde bir konuşması vardı. Eh, 1900'lerde uçak, sonra nükleer enerji ve silahlar, sonra bilgisayar nesli geldi, bizimkine de kablosuz ağ bağlantısı isimli bazen çalışır, bazen çalışmaz şeyi icad etmek düştü.

Bunlar konuyla ilgili bir yazıyı okurken aklıma geldi. Orada söylenenlerin (bilimkurgu vs.) pek geçerli olduğuna inanmıyorum. Organizasyonel beceriksizliğin katkısı var tabi, ancak biz gerçekte şu an teknolojinin yarattığı teknolojik artıkların etkisini hissediyoruz.

Seneler önce buna dair bir şey yazdığımı hatırlıyorum ama bulmak ve link vermektense ufak bir özet geçeyim: Çok hızlı çoğalabilen bakterilerin dünyayı işgal etmesine ne engel olur? Birincisi yeterince gıda bulamazlar, ikincisi de bulundukları ortama bıraktıkları atıklar üremelerini yavaşlatır.

Teknolojik ilerlemede de aynı prensibin çalıştığını görüyoruz. Teknolojiyi asıl ilerleten etken olan savaşlar azaldı ve teknoloji giderek kendi çöp insanını üretti. Her işimizi daha çabuk yapıp, kararlarımızı daha iyi almak mümkün olduğu halde, teknolojinin yarattığı rahatlığı önceki nesillerin çalışmaya ve düşünmeye ayırdığı zamanı azaltmak için kullanıyoruz. Ev hanımları, misalen, elli sene önce hayal edemeyecekleri kadar otomatik bir evde yaşadıkları halde, faydalı herhangi bir faaliyet yerine ebleh kadın programlarına zaman ayırıyor. İşe gidenler daha fazla zamanlarını trafikte kaybediyor ve iş verimleri düşük, telefon, Internet ve eposta o kadar çok gereksiz uyaran üretiyor ki, insanların iş yerinde verimli çalışması mümkün değil. Çalışma saatleri artıyor ve insanlar bundan mutsuz oluyor ama işin çoğu diğer insanları bir şekilde eğitmek, bilgilendirmek, onlarla iletişim içinde olmak için yapılıyor. Öğrencilerimizin pek çoğu bilgisayar kullanabiliyor, ancak logaritma cetveliyle çalışan öncekiler kadar iyi düşünemiyor. Mühendislerimizin yaptığı iş de bilgisayarda çizim yapıp, sonuç görmek…

Salim kafayla düşünmek teknolojinin sağladığı bir imkan değil. IQ değerleri ilerliyor olabilir (çünkü IQ testi çöze çöze öğreniyoruz) ama insanların daha iyi düşündüklerine güvenmiyorum. Bilakis, insan tabiatındaki düşünceden mümkün olan her yolla kaçmak eğilimine daha çok imkan yaratılıyor. Televizyonda, Internet'te, telefonlarımızda vakit öldürmek için imkanlar sınırsız.

Teknoloji kendi çöplüğünü üretiyor ve insanlık onda debeleniyor. Sosyal medya denen şeye teknolojik ilerleme demeye insan utanır, ama öyle lanse etmek, Facebook, twitter veya Google+ bir iki ufak değişiklik yapınca innovasyon sayılmak bugünlerin zehri.

Enformasyon batağında boğulmaya doğru giden karar alıcıların giderek aptallaşması da başka bir sebep tabi.

İşte bu saiklerle teknolojik ilerleme yavaşlıyor, ancak içimdeki his petrolün azalmasıylaberaber yeni bir teknolojik Kambriyen'e doğru yol alabileceğimiz yönünde. Teknolojik Kambriyen'e doğru değilse, zira, biyolojik Kambriyen'e doğru yol almamız hayli muhtemel.

Thursday, February 2, 2012

Kelimeye Dökülmüş Bilgi

Kelimeye dökülmüş bilgi deyince kendimizi tekrar ediyor gibiyiz, kelimeye dökülmemiş bilgi mi var?

Kelime dediğim (İngilizce, Fransızca) gibi dillerin kelimesi değil, herhangi bir nesneyi veya bunlar arasındaki ilişkiyi ifade eden bir işaret. (Semeion) Buna Türkçe'de gösterge, Semiotics'e de Göstergebilim diyorlar ama bu başı (gösterge) ve kıçı (bilim) ayrı ayrı bozuk tamlamayı kullanmak istemiyorum. Zaten yazı da bir göstergebilim yazısı değil.

İnsan için asıl sınırlamanın bilgisini kelimeye dökmek zorunda olmasında yattığını düşünüyorum. Rahman suresinde ona [insana] beyanı öğretti, Bakara suresinde bütün kelimeleri öğretti diyen Kitab'ın tefsiri hakkında, lisana ve düşünceye verdiği referanslar hakkında, İslam düşünce tarihi ve onun erken felsefedeki kökleri hakkında uzun uzun tahlil yapacak durumda değilim; ancak söyleyeceğimin insanı dil vasfıyla öne çıkaran tüm düşünce şekillerinden farklı olduğunu baştan ifade etmek lazım.

Allah'ın ezeli ve ebedi bilgisi, insanın bilmek için muhtaç olduğu kelimelere ihtiyaç duyar mı? Hayır duymaz. Bilakis bizim gerçek dediğimiz kainatın bilgisi Allah'ın kelimesi gibidir, çünkü o ol der ve olur. Bizim kullandığımız ve düşündüğümüz kelimenin de yaratıcısı odur. O istemezse siz isteyemezsiniz. Onun düşünmemize izin vermediğini düşünmemiz mümkün değildir. Onun bilmemizi istemediğini biz bilemeyiz. Onun yaratmadığı kelimeyi bizim yaratmamız mümkün değildir.

Onun bilgisinin bizimki gibi tali araçlara ihtiyaç duymadığının ifadesidir bu. Kainattaki bütün enerji durumlarını, bütün nesnelerin bütün hallerini, bütün parçalarını ayrı ayrı bilen Allah'ın, bizim nesneleri gruplayıp ortak bir isim veren ve onların arasındaki ilişkileri kusurlu benzerlikle ifade etmeye çalışan lisanımıza muhtaç olmadığı aşikardır. Yeryüzündeki bütün yaprakları tek tek, ayrı ayrı bilen birinin, yaprak kelimesine ihtiyacı olmaz. Bu onun için anlamsızdır.

Tartışmayı bilenler burada Universal/Particular ayrımından bahsettiğimi farkeder. Allah particular'ların sınırsız bilgisine sahip olduğu için, universal'lar onun için manasını kaybeder. Bir adam düşünün ki, elindeki banknotların seri numalarını tek tek biliyor, onun için ne kadar parası olduğu sorusu cevaplanabilecek, ancak cevaplanması gerekmeyen bir sorudur.

İnsanın Allah'ın bilgisini anlamaya çalışırken yaptığı yanlış da, naçiz kanaatimce, kendi sınırlı lisanı vasıtasıla onun ilmini tasnif etmeye çalışmasında yatar. İnsanın kendine ait dünyasında, kendi ördüğü isim ve fiillerde gördüğü insicam gerçekte Allah'ın kainatta yarattığı insicamın yansımasıdır. Onun yaratmasında bir eksiklik bulamazsın.

Dağların ve denizlerin kabul etmediği ancak insanın kabul ettiği emanet budur; zira nesneler kendi hallerinde kendi bilgilerini Allah'ın kelimesi olarak taşır, bir yaprak sadece kendinden ibarettir ve bir taş da sadece kendinden ibarettir. İnsan ise kendinden başkasının bilgisine de heves etmiş ve kelimeyi emanet almıştır.

İnsanın halifeliği de budur: O sadece Allah'a mahsus kendinden başkasını bilme kudretine halife olmuş ve Allah'ın sadece kendisinin bildiği bir vazifeyle vazifelenmiştir. Zaman zaman insanın yaratılışındaki sırrın, kainatın bilgisini kendi lisanıyla ortaya koymak olduğunu düşünüyorum. (Bu gayba dair bir mesele olduğu için söylediğim her şey ancak kendi ham hayalim olabilir.) Allah'ın insanı yaratmasındaki hikmetin kulluk etmesi ve bu kulluğun tabii sonucu olarak bilgisini genişletmesi olduğunu düşünüyorum. Bu bilgiyi genişletirken insan olduğunu ve bundan kaynaklı sınırlarını unutmayacak imana muhtaç bulunduğu ihtar edilmiştir. Son peygamberini bilgi patlamasının hemen öncesinde, organize bir devlet otoritesinin bulunmadığı bir coğrafyada göndermesinin de bir sebebi vardır.

Okunabilirlik sınırlarını fazla taşırmadan demem o ki, insanın mantık ve lisan vasıtasıyla eriştiği bilginin bir berzahtan sonra anlamsızlaşmasında, Allah'ın ilminin bu ikisiyle anlaşılmasının kat'i olarak imkansız olması yatar. Bugün Fizik'te ulaşılan noktanın dil ile ifade edilemeyecek bir yerde olması ve insanın yaşadığı çevrede karşılaşmadığı, uygun karşılıkları olmayan olaylardan bahseder hale gelmesi de böyledir.

Aynı şekilde, insanın mantık ve lisan örgüsünü gereksiz yere türettiğinde eline ancak anlamsızlık geçmesinin hikmeti budur. Allah'ı mantık vasıtasıyla arayanların eli boş dönmesindeki hikmet de böyledir. Günlük hayatı içinde, Allah'ın tek tek kullarının kalplerine ilham ettiği ve birbirlerine bahsetmeleri mümkün olmayan hüccetin imana vesile olması, ama kuru mantık silsilesinin sonunda inkara sebep olmasında da benzer bir hikmet bulunur. Allah'ı bulanlar bunu mantığa değil, kendi günlük hayatlarındaki muhabbete bağlar. Mantık ne olmadığını söyler, ancak ne olduğunu bulmaya gücü yetmez.

Ve yine aynı şekilde bilimin bugünkü araçlarından en temeli olan istatistiğin hakikati örtmesinde de böyle bir hikmet vardır. Bir olay hakkında %99.9 olur demek, biz bunun neden olduğunu bilmiyoruz demek gibidir. Allah'ın bilgisindeki bütün durumlar lisanımız, bilgimiz ve bilimimizin elinde olmadığı için, geçmişe dönüp de yaptığımız tahminlerin, gelecekte çalışacağından emin değiliz. Herhangi bir makinenin ne kadar çalışacağı, bir insanın daha kaç gün ömrü kaldığı, bir binanın ne zaman yıkılacağı konusundaki bilgimiz yarımdır. Bir nesneyi çevresinden ayırıp da bilmek mümkün olmadığı halde insanın tüm zihinsel süreçleri sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi çalışır.

Aynı konuyu farklı yönlerden anlattım. Burada az kişiden oluşan ekiplerin neden daha etkin olduğundan, veya kocaman şirketlerin neden ruhsuz makinelere dönüştüğünden de bahsedebilirdim. Daldan dala atladığım ve konulara hakettiği derinliği kazandıramadığım bellidir. Bununla beraber burada bahsedilenin gerçekte ancak tecrübi olarak anlaşılacağını da eklemek isterim. Hayatını her daim mantık ve lisan peşinde arayan iflah olmazlara bu derdi ifade edebilmek elimde değil.

Wednesday, February 1, 2012

Keder Zevki

Bir müzik parçasının, bir filmin, bir insanın bana kendimi kötü hissettireceğini düşünürsem uzak duruyorum. Eski majör depresyon günlerimden kalma bir alışkanlık. Depresyona girmiyorum, kendimi kötü de hissetmiyorum, sadece sıkılıyorum ama bu bile zaman kaybetmemek için yeterli sebep.

İnsanların bu konudaki meraklarını, korku filmlerini, tabutun içinden ağıdını dinliyormuş gibi gelen parçaları da tuhaf buluyorum. Korku filmlerinden genelde korkmam, en son ikibinaltı veya yedi senesinde cinlerle ilgili olduğu iddia edilen bir filmi seyretmiştim sinemada, etraftaki insanlara duyurmadan gülmek en korkutucu kısmıydı, karnım ağrımıştı. Müziğin de kendimi hüznün eline vereninden uzak duruyorum, bunlar pek fazla değil.

Keder zevkini anlıyorum. İçseydim nasıl bazı fadolarla, mugannilerle daha zevkli içileceğini de biliyorum. İçsem güzel içerdim dediğim de çoktur, velakin insana yakışanın sakin ve ayık bir iyimserlik olduğunu düşünüyorum. Sakin kısmı endişeden, ayık kısmı sapıtmaktan, iyimserlik kısmı da ataletten sakınmak için. Her zaman böyle olduğumu iddia edemem ama gayretim bu yönde.

Kendime bırakıldığımda sakin ve ayık iyimserlik halinden uzaklaşabiliyorum, o sebeple kendimi türlü şekilde bunlara doğru çeken faaliyetler peşindeyim. Müzik ve filmleri de bu kritere göre değerlendiriyorum. Zamanımız endişenin sakinlikten, sarhoşluğun ayıklıktan, kötümserliğin iyimserlikten çok prim yaptığı bir zaman ama primin sağlığa faydası pek az.

Sunday, January 29, 2012

Pavlusî

Muhammedî diyenlerden Pavlusî diye bahsetmek lazım. İsa Mesih'in değil, Aziz Pavlus'un ürettiği dinin mensupları. Xristos ile de, İsa ile de, Nasıra ile de ilişkileri Pavlus yoluyla olduğuna göre hoşnut olunmayacak bir ifade değil.

Saturday, January 28, 2012

Güç Odağı

Herkesin bir siyasi fikri olması şartsa, benimki işte bu: Güç odaklarını mümkün olduğunca çoğaltmak. Güç dediğimizde sadece maddi gücü değil, fikri, askeri, siyasi ve iletişimsel gücü de kastediyorum.

Gücün kendisiyle ilgili sorun yaşayanlardan değilim. Kendi güçlenme arzusunun alevlendirdiği bir güç şikayetiyle yazıp çizenlerden de değilim. İnsanın bir tür olarak varolmasının temelinde bu güç ihtiyacının bulunduğunun farkındayım. Gaflet olarak adlandırılsa da, insanların güç arayışlarındaki bir zafiyetin topyekun varlığını yok edeceğini düşünüyorum. Gücü bireysel olarak reddetmenin fazileti yüksek olabilir, ancak güç kavramını berhava etmeye çalışmanın hedefi ya kendisinden başka güç sahibi bırakmamak, ya da insanlığı topyekun yok etmektir.

Bu gereksiz açıklamalardan sonra tüm siyasi fikirleri değerlendirdiğim kriteri açıklayabilirim: Eğer bir düşünce güç odaklarını mümkün olduğunca dağıtmayı hedefliyorsa, iyidir, aksi halde kötüdür. Adı Liberalizm olanların sermayenin az sayıda elde toplanmasını hedeflemeleri kötüdür. Adı Sosyalizm olanların bu sermayeyi adı devlet olan tek bir elde toplamaya çalışmaları da kötüdür. Adı Liberalizm olan sermayeyi mümkün olduğunca dağıtmayı hedefliyorsa iyidir. Aynı şekilde Sosyalizm de sermayenin farklı odaklardan toplanmasını hedefliyorsa iyidir. (Sermayeyi yok edip, hala bir dünyada yaşayabileceğini düşünen de mevcuttur, kendilerine cevap vermeden önce sermayenin tüm faydalarından arındıkları yirmidört saati bir dağ başında geçirmelerini salık veriyorum.)

Ordu düne kadar (ve hala) Türkiye'de önemli bir güç odağıydı. Onun bu odak durumunu azaltmaya çalışan siyasi hareketler faydalıdır. Onu güç odağı olarak tutmaya heveslenenler zararlıdır.

AKP on yıl önce değildi ve bugün önemli bir güç odağıdır. Onun vasıtasıyla gücü tek elde toplamaya hevesli insanlar zararlıdır. Onun vasıtasıyla maddi ve siyasi güç odaklarının sayısını artırmaya çalışmak faydalıdır.

Yargı geçmişte bu derece bir güç odağı değildi. Giderek önemli bir güç odağı olmaktadır. Ondaki bu gücü kırmaya yönelik hareketler faydalıdır. Onu ordunun yerine siyasi bir odak haline getirmeye çalışmak zararlıdır.

Yargının işleyişinde, gücü hakim/savcı/bürokrat ve siyasetçilerin elinden alıp, halka veren bütün fikirler faydalıdır. Yargı gücünün merkezileşmesine sebep olmak zararlıdır.

Demokrasi (modern demokrasilerde olduğu gibi) siyasi gücün zengin bir kitleye münhasır olmasına sebep oluyorsa zararlıdır, gücün dağılmasına imkan sunuyorsa faydalıdır.

Falan.

Huzur ve mutluluk gücün mümkün olduğunca adilane dağıldığı bir yerde neşet eder. İnsan doğasından kaynaklanan sebepler, boş bırakıldığında siyasi, ekonomik, fikri, askeri, iletişimsel gücün odaklanmasına sebep olur. İnsanlar gücün karşısında bükülür. Bir kere temerküz ettiğinde güçlüyü yerinden etmek daha da zordur.

Bununla birlikte yine insanın bükülmesi ve güç sahiplerinin de zihnen fani insanlar olması dolayısıyla az sayıda insanın eline geçen güç, sonunda çöken bir sisteme yol açar. Komünist ve Faşist ülkelerin gücü tek elde topladıklarında başlarına gelen budur; insanlar doğruyu işaret etmeye cesaret edemediklerinde, sistem çok az sayıda insanın eline kalır ve infilak eder. Liberal Demokrasilerin bu iki türde sisteme galip gelmesinin temelinde bu vardır.

Bununla beraber günümüzde de Liberal Demokrasilerin sermaye kaynaklı güç odaklarının sayısı azaldığı için zafiyete düştüğünü görüyoruz. Vatandaşlar, sermayenin elinde bulunan az sayıdaki medya kanalıyla yönlendirilmekte, yine az sayıdaki sermaye sahibinin kurduğu bir düzende sadece figüran olarak rol almaktadır. Boş bırakıldığında temerküz eden güç, Liberal Demokrasilerde de az sayıda insanın elinde toplanmıştır.

Çıkış yolunu ifade etmek basit, ancak uygulamaya koymak tabii ki zordur.

(1) Şirketler, holdingler vs. gibi üretim organizasyonları üzerindeki miras lağvedilmelidir. Gücün belli bir grup elinde toplanmasının en önemli sebeplerinden biri budur. Bu organizasyonlar, bedelini ödeyenlere halk namına satılmalı ve bu gelir, halkın temel ihtiyaçlarını karşılamakta (da) kullanılmalıdır. İnsanların sefalet korkusunu ortadan kaldırmak devletin temel vazifesidir.

(2) Yargı kararlarında jüri sistemine geçilmeli ve cinayet gibi önemli davalarda referandum bir seçenek olmalıdır.

(3) Güç sahiplerinin hukuk karşısındaki sorumluluğu artırılmalıdır. Hukukta ceza, güç arttıkça artırılmalı ve güç sahiplerinin hukuka daha çok riayeti sağlanmalıdır. Normal vatandaş için kabahat sayılabilecek, mesela yalan, güç sahipleri için hukuki sorumluluk getirmeli, bir hükümet üyesinin veya parti liderinin yalan söylemesi cezai şarta bağlanmalıdır.

(4) Herhangi bir bürokratik veya siyasi kurumda söz sahibi insanların görev süresi sınırlandırılmalıdır.

(5) Hukuk düzeni, falanca kritere, filanca ülkeye değil, o hukukun içinde yaşayan insanların adaletin varlığına inanacakları şekilde düzenlenmelidir. Mahkemelerin tek gerçek fonksiyonu budur, adalet dağıttığına inanılmayan bir hukuk düzeni tiyatrodan ibarettir.

(6) Devletin tüm kurumlarını denetleyecek, üyeleri bir yıl gibi bir süre için halkın arasından kur'ayla seçilecek bir denetleme meclisi olmalı; idarecilerin hukuka uymadıkları yerde onları yargılayabilmelidir.

(7) Sosyal güç odakları mümkün olduğunca dağıtılmalı, kendi yaşam tarzlarını uygulayabilen toplumlar ortaya çıkmalı; bireyler mensubu bulundukları topluma karşı sorumlu olmalı ancak istedikleri an toplumlarından ayrılıp, kendilerini kabul eden başka bir topluma geçebilmelidir. Bu toplumlar fikir ve sanat eserlerinin mülkiyeti, yayın ve sansür kriterleri, günlük yaşam tarzı, evlilik, kadın erkek homoseksüel vs. ilişkileri gibi konularda söz sahibi olmalı; kişiler istedikleri toplumda, kendilerine yönelen oklardan vareste yaşayabilmelidir. Bu sayede kültürleri çürütüp, popülerlik zırhıyla kendi çiğ ve ucuz kültürünü dayatan odaklara karşı bir şansları olur.

Kurbağa gibi aynı bayat sloganları tekrar edip, matah bir şey söylüyormuş gibi çözüm sosyalizm/liberalizm/kemalizm/islam/laiklik/vırt/zırt diyen biri değilim. Somut olarak ne yapılması gerektiği, fikriyatın adından daha önemli geliyor. Bu yazdıklarımı sosyalizm adıyla da, libertaryenlik adıyla da pazarlamam mümkün, ancak okuduğum kadarıyla orijinaldir. Adı Marx, Amerika, Avrupa, medeniyet, Atatürk, din vs. olan la yus'el bir takım putlara tapmaktansa, bir model kurup, sonuçları ne olur düşünmek daha önemli görünüyor. Zamanımız hiçbir eski çözümün çalışmayacağı, çünkü hayatın yeni meseleler getirdiği bir zaman. Çözmek için de, çözüm düşünmek için de cesarete ihtiyacımız var.

Universite

Üniversite konusunda yapılacakların en basitleri (i) derecelerin sayısını artırmak, Yrd. Doç, Doç. Prof. gibi üç değil, en az yedi derece olması (ii) akademisyenlerin bölüm başkanı, dekan vs. gibi yöneticilik becerisi gerektiren ve bilim üretmekten ayrı bir faaliyet olan faaliyetlerden uzak tutulması ve üniversite yöneticiliğinin ayrı bir meslek olarak görülmesi var.

Friday, January 27, 2012

Nasipsiz

Uçucu bir rahatlık. Gönlümden bana doğru el etmesine izin verdiğim tüm hayaller. Hiçliğin katı yorumunu sevmiyorum, hayaller hiçliğin yumuşak yorumu. Hiçliğin bile mezhepleri var şu dünyada. Garip bir dünya.

Diyorlarsa eğer, ki hepimiz hiçlik adı verilen büyük bir uykudan gelmişiz ve hiçlik adı verilen büyük bir uykuya varacakmışız, nasıl oluyor da bunun üzerine kurulan hikayelerin hepsine birden doğru diyemiyorlar? Benim hikayem daha tutarlı. Hiçliğin karşısında hikayenin tutarlılığının ne önemi var?

Doğru dur dediğimizde hatırlattıkları o hiçliğin söylenen bütün kelimeleri çürüteceğinin de farkında mısınız? Tamam, benim dinim doğru değil, diyelim, peki ya sizin kafanıza göre takılmanız mı doğru? Benimki boş hikaye de, seninki daha mı dolu?

Mide rahatsızlığı çeken insanın sülfürik asit içmesine benziyor bu. Midenizdeki tüm rahatsızlık elimizdeki bu bilimsel formülle geçecektir. Haklılar, midemizden şikayetimiz kalmıyor, çünkü artık onu hiçbir şey için kullanamıyoruz.

Ruhunuzdaki tüm şikayet elimizdeki bu ilaçlarla geçecektir.

(Ne günlere kaldık, analoji yapıyor ve her iki tarafı da sarf temrin ettiren hoca gibi göstermek zorunda kalıyoruz.)

Şahsen en tırt ve lüzumsuz yere şişmiş yazarlardan biri olarak gördüğüm adam Ateistler de mabed yapsın, 46 metre olsun, dünyanın yaşını göstersin ve bunun insanla geçen kısa süresini de altın bir şerit dolanalım. demiş. Tırt yazarlığın sonunda tırt bir sembolizm. Ateistler yakında hurufiliği de keşfeder.

Kitabımda sana insandan önceki çok uzun süreyle ilgili bir şey anıldı mı diyor mesela. Bu mabedin de diyeceği herhalde bu kadar. Onun üzerine kardeşlik, bilim, aydınlanma ve sair.

Ateistlerin peygamberi sayabileceğimiz adam da Ateist'in mabedi mi olur deve yavrusu, git okul yap, insanları aydınlat! demiş. (Deve yavrusu kısmını ben eklemiş olabilirim.)

Eğlenceli bir tartışma değil. Ateistlerin mabed ihtiyacı varsa, bunu ortalıktaki diğer bir çok dinin mabediyle yerine getirebilirler. Oraları dolduranların da iman sahibi olduğundan değil. Gidecek başka yer olmadığından. Bunu anlasalar dünya barışı daha bir hız kazanacak.

Hem demiş ya Tanrı yok ve İsa onun tek oğlu diye. Hristiyan ilahiyatının ulaştığı son aşama bu. Kendine kutsal kitap seçmekle başlayınca, bir noktadan sonra tanrıya ihtiyacın olmadığını da görüyorsun. Önemli olan cemaat ve maddi manevi konfor.

O sebeple sevgili dostlar, evet, bilimsel olarak hepimizin hiç olduğu doğru olabilir, arada sırada ben de şüphe ediyorum (ama nedense isteyince hüccet yetişiyor). Velakin sevgili sevgili dostlar, hiçlik doğruysa bile sizin hikayeniz de bizimki kadar hiç. Ha şarap içerek sarhoş olmuşsun, ha dilini damağına dayayarak, senin hiçliğin benimkini dövmüş dövmemiş, daha tutarlıymış, tutarsızmış, benden akıllıymışsın ve ben beyinsizmişim, ne farkedecek? Ha senin felsefe adındaki hikayene kanmışım, ha aşağı caminin imamının hikayesine. Sonunda hepsi hiçliğe var mıyor mu?

Hikayeye hiçlikle başlayınca ne söylersen söyle temizleyemiyorsun. Sonsuz siyah bir mürekkebin tüm okyanusları boyaması gibi. Senin söylediğin de, meselenin özü kadar hiçtir. Bir şeyler uydurmaya, anlam veremedik haz uyduralım demeye çalışabilirsin. Yetmez! Sözünün başı hakikat olmadığında, söylediğin hiçbir şey kalpleri tatmin etmeyecektir.

İnsanın hakikati inkar etmek yerine bizlere nasip olmadı demesi evla değil miydi? Bunu farkettiğinde hakikate yaklaşmış olacağını, kendini bilmekle, kendi nasipsizliğini farketmekle hakikate yaklaşacağını ve hakikatin de ona yaklaşacağını söylemek mümkün değil miydi? Hayatın bela vaktinde kıldığımız namazın abdesti olduğunu, o sebeple temiz bulunmak gerektiğini idrak etmek zor muydu?

Bir de şöyle düşün: Hepimiz gördüğümüze inanıyoruz. Ama bazılarımız diğerinin gördüğünden nasipsiz.

Thursday, January 26, 2012

Yaz

Aşktan bahsetmeyi sevmiyorum. Aşk yazmayı bile sevmiyorum. Yazmak zorunda kaldığımda ayn-şin-kaf ile yazmayı tercih ediyorum. Şehvet erbabının aşk diye okuduğunun ise elif-şin-kef diye yazıldığına dair şüphelerim var, aşkım dediği yerde aslında eşeğim demeye çalışıyor.

Zihin hacamatı kabilinden yazılar yazmam gerek. Zihin sağlığımı korumak için yılda ikiyüzellibin kelime civarında yazmam gerekiyor. Böyle söyledim birine. İnanmamış göründü.

Kalite peşinde değilim, yazıda kalite nedir, ondan da emin değilim. Yazının tuhaf bir terkibi var, bugün için iyi yazı yarın okunmaz hale gelebiliyor, yarın için yazdığını sanan da bunu görecek kadar yaşamıyor. Şahsen Türkçe'nin çürümesi bu hızla devam edecek olursa, kullandığım kelimeleri anlayacak kimse de kalmayacağı için yarın için yazıyor olduğumu da ummuyorum. Bugün için yazmadığım da aşikar.

Firdevsi için tek başına Fars dilini kurtaran adam derler, İranlıların büsbütün Arapça konuşmaya başlamayışları Şehname sayesindeymiş. Bazen imreniyorum, yazının tek geçerli entelektüel ortam olduğu zamanlarda yaşadığı için yapabilmiş bunu, bugün başka bir dünyada, tek dilin herkes için daha verimli kabul edildiği bir dünyada yaşıyoruz. O tek dil Mandarin veya İngilizce olacak gibi görünüyor, belki başka bir şey de olur ama Türkçe olmayacağı muhakkak.

Eğer aynı etkiyi meydana getirse, İngilizce yazmayı da denerdim. Hitap kitlesinin daha geniş olması demek en azından. Ancak Türkçe yazmayı ellerim bile bilirken, İngilizce'yi düşüne düşüne yazmam gerekiyor. Onun etkisi de aynı değil. İngiliz bıçağıyla zihin hacamatı olmuyor.

Belki bir gün bu yazdıklarımı okurun zihnine göre tercüme eden makineler olacak. O zaman hangi dilde yazdığımın bir anlamı kalmayacak. Bilgisayarlar muhtemel bütün anlam ihtimalleri üzerinde durup, hangisinin daha makul olduğuna karar verip, okurun zihninde hangi kavramlara tekabül ettiğini takip edip, hususi tercüme yapacak. O zaman herkes herkesi okuyabiliyor olacak.

Öyle bir dünya okunmuyor olmaktan bile daha korkutucu geliyor.

Wednesday, January 25, 2012

Zeka

Dün doktor bana IQ'mu sordu. Adamın mit ihtiyacına cevap verecek kadar yüksek bir rakam attım kafadan. (Yalan değildi ama resmi bir test yaptırmadığım için anlamlı da değildi.) Mensa testine girecektim, iptal ettiler, askerlik girdi falan diye sürdürdüm…

Kendi oğlundan şikayet etti o da, Mimarlık'ta okuyormuş, zekiymiş ama normal olmak daha iyiymiş falan. Ben de kendimden şikayet ettim, ah, evet, şu dünyada normal olmak gibisi yok.

Bir açıdan doğru. En ucuz şekilde mutlu olmanın yolu ortalamaya en yakın olmaktan geçiyor. Ortalamayı hedefleyen bir eğlenceden hazzeden biri için seçenekler çok daha fazla, etrafımda oldukça fazla sayıda mevcut onu beğenmez, buna burun kıvırır tipler için mutlu olmak daha zor. Hayatın anlamı mutlu olmak değil diye Thoureau-vari diskurlar dizebilirsiniz tabi, yine de hemen her açıdan ortalamaya yakın olmak daha kolay bir hayat anlamına geliyor.

Zeka günümüzde önemi abartılan, filmler ve çağımızın azizleri bilimciler yoluyla mitleştirilen, karikatürize edilen bir özellik. Dr. House mesela zekası sayesinde kimsenin teşhis edemediği hastalıkları tanıyor, ama kendisini çok nadiren makale okurken görüyoruz, normalde literatüre o derece vakıf olan insanın ceplerinden makale fışkırması gerek ama zeka kadar cool olmadığı için o kısımları sanırım makaslıyorlar. Edison için söylenen en önemli keşfi araştırma ekibi kurup onların çalışmalarını kendi üstüne patentlemesiydi gibi bir söz var ama onun bin civarındaki patentini ilkokulu terketmesine de sebep olan zekasıyla açıklamayı daha çok seviyoruz. A Beautiful Mind filminde John Nash'in duvardaki bir takım harflere bakarak şifreleri çözmesi gibi bir sahne daha çekici geliyor. Şifre kıran hiçkimse böyle manzara seyrede seyrede çözmez ama adamın elinde kalem kağıtla bir şeyler bulması o kadar cool olmazdı, hele bilgisayar kullanarak hesaplamalar yapması bizim gibi ölümlülere benzemesi olurdu.

Zekanın önemini inkar ettiğimden değil, sadece bunun modern kültürdeki karşılığının pek de matah bir tarafı olduğuna inanmıyorum. İnsanlar zekanın, sahip olmadıkları başka her şey gibi, meselelerini bir anda çözeceğini düşünüyor. (Ben de düşünüyordum.) Para veya güzellik açlığı çekmekten daha makbul olduğu aşikar ama tek başına çözeceğini hiç sanmıyorum.

İnsanlar arasındaki asıl farkların daha çok hayata karşı tavırlarından kaynaklandığını düşünüyorum. Zeki olup kahvede kağıt sayarak ömrünü tüketebilir insan, dört deste kağıdı takip edip oyunları kazanabilir veya normal zekalı olup, hayatın eksik bıraktığı taraflarını telafi etmeye çalışarak faydalı işler yapabilir. Meşhur hikayedeki tavşan da, kaplumbağa da oldum ben, çok avantajlı durduğum bir çok işi berbat ettiğim, hiç de avantajlı olmadığım bir çok işi kotardığım oldu. Hepsinde mesele zekadan çok tavır ve yaklaşımdı. Bunun üstünde kimse durmuyor.

Zeki insanların da sorunları çok. Bazılarının kendilerine olmayan sorunları icad etmek gibi alışkanlıkları da var hatta. Çokları için hayat sanıldığından daha boş, daha tatsız ve renksiz. Eğer bir üstünlükse bile, insanın başkalarından üstün olmasından devamlı zevk alabilmesi için, fıkır fıkır kaynayan bir aşağılık kompleksi olması lazım. Böyle bir kompleksi doyurabilecek zeka olmadığına göre, nihayetinde hepimiz aynı kör kuyunun içindeki gölge oyunlarıyla yetinmek zorundayız. Oyundaki gölgeleri farkedecek kadar zeki olanların işleri ise daha zor.