Saturday, December 31, 2011

Gecenin bir vakti esen rüzgar

Yarılan zambaklar, ruhundan iktisat etmeye çalışıp başaramayanlar, ayna köşelerinde kararıp kalmışlar, sevgiliye yazılmış mektupların kokusu, hayattan sinmeye yarayan yorganlar, gözümü kapatınca çakan ışıklar, isyan herkese lazım, bayana bir numara büyüğünü getir.

Meslek sahibi kişilerin kendilerini mesleksizlerden ayırmak için kurdukları dilin içinde, tahfifle beraber bir düşmanlık da var mıdır? Hangi meslekten bahsediyoruz? Lafazanlık mesleğinden.

Şahsen kendimi, düşüncelerimi sıraya sokmak için yazmakla memur görüyorum ama bu yazdıklarımın herhangi bir manası olduğuna ve birinin bunları okuyunca bir adım ileri ve üç adım geri gideceğine itimadım yok. O sebeple yayıncı denen illetle meşguliyet ham hayal geliyor. Öyle insanların varlığı bana illet gibi. Bir şeyi yapmak için başkasına sabreden, mesela yazmak için yayıncı denen yaşam formuna katlananlardan bahsediyorum. İşin yazı ticareti değilse, sevgili dostum, mana ehline karışmak, yazıyla dost olmak niyetindeysen, nasıl oluyor bu yazıyı ancak ne kadar satar diye değerlendiren birilerine yoldaş olabiliyorsun?

Yazı satmamalıdır değil, sadece bir hayret nidası bu. Kişi ticaret de yapabilir, herkesin bir ticareti var, kimileri de yazı ticareti yapar, müşteri varsa, alan bulunuyorsa, satmak da mümkündür tabi. Gocunacak bir tarafı yok. Anlamadığım bunu nasıl yaptıkları.

Hem yazı yazıp, hem bunu nasıl satabilir insan? Bir yazıya değer biçince, yani okkası beş kuruş kabilinden bir fiyat belirleyince, yazının anlattığı her şey o daracık değerin içine hapsoluyor. Buna mecburuz diyorsan, eh, aç kalacağına yazı sat tabi, ama limon satmak evla değil mi?

Neden onları küçük görüyorsun?

İnsanın karşısına çok tercih çıkıyor. Yazı satmak da bu tercihlerden biri. Hayatını yazı satarak kazanmaya çalışan kişinin, başka şeyleri satmak istemediği için böyle olduğuna kanaat edebiliriz, yani karpuz satmak istemediği veya zamanını kiralamak istemediği için yazılarını satıyordur. Anlamadığım bunun, yani yazar denen cinsin neden kendinde bir hakikat vehmi taşıdığı. Hepi topu yazısının karşılığında bir para bekleyen ve o verilmezse yazmayan bir adamsın, hakikat seninle ne etsin?

Yok böyle bir vehmin, derdin sadece eğlence ise, ha manken poposuna bakmış, ha senin kitabını okumuş ne farkeder?

Neden onları küçük görüyorsun?

Zaman akıyor, bizi yazı için kağıda, söz için insana ihtiyacın kalmadığı zamanlara getirdi ve bu gidişle yazının para karşılığında satılması eskilerin tuhaf adetleri cinsinden bir vaka olacak. Ah, yazarlık ölüyor, diğer tüm mesleklerle beraber, sadece robotlar ve onları programlamayı bilenler kalacak.

Çünkü dostum, senin yazdığın yazıyı, belki bir palto üstünü bu robotlar da yazabilir olacak. Bir robotum varken ve bana sesli ve görüntülü olarak sadece sevdiğim hikayeleri uyduruyorken, senin kasım kasım kasıldığın hallerine neden ihtiyaç duyayım?

Hala tartışıyorlar, telif hakkı, bilmemne kanunu, falan fişmekan adeti… Nedir mevzu? Yeryüzünde herkes ticaretinin kanun tarafından korunmasını istiyor, yazar takımı hakeza. O sebeple yazarlık mesleği şikayet edip durduğu dünyayı daha süslü, daha kabul edilebilir, daha tüketilebilir kılıyor. Başka bir faydası yok. Hakikati kitaplarda arayanların kelime ırmağının gazıyla geğirmelerindeki hikmet bu.

Ben böyle olmak istemiyordum. Yani yazar olmak. Hayatımı yazı satarak kazanmak. Kendi kötü vakitlerimi paraya çevirmek ve bunlardan bir de taltif almak istemiyordum. Yapmak istediğim, Marx'ın dediği gibi anlamaya çalışmaktan çok değiştirmekti; lakin imkanım olmadı, bundan sonra olur mu bilmiyorum. Ancak gördüğüm kadarıyla, yazmanın, bilmenin veya düşünmenin kendisi lezzetli bir faaliyetken, bunu başkalarına isbat etmeye çalışmanın, kendine yer bulmanın, yazısının veya düşüncesinin takdir edilmesine uğraşmanın ikinci derecede bir faaliyet olduğu. Belki ikinci derece de değil, üçüncü derece.

İşte bu sebepten bu faaliyeti robotlara, bilgisayarlara yıkmanın, yani hoşuma gidenleri okuduğum, okuduklarıma göre yenilerinin bulunduğu ve sunulduğu bir dünya bana daha ilginç geliyor. Yazmakla ilgili angaryanın ortadan kalktığı bir dünya.

Bu dünya, yazarak kendine bir meslek edinmeye, geçimini sağlamaya çalışanların aleyhine ancak aşkla yazanların lehine bir dünya olacak. Sonunda angaryanın yüzünden hiçbir işinde tutunamayanlar, sadece yaptıkları işi yaparak tutunabilecekler. Olduğun şey olmak mümkün olacak. Mecbur kalmayacaksın.

Geçmişi düşünüyorum ve geleceği. Geldiğimiz yol, gideceğimiz yoldan daha karmaşık geliyor. Geleceğe geçmişten daha yakınız.

Yılın Başına ve Kıçına Dair

İşi hakka yönelmek olunca pek bir mantıklı kesilip, astroloji gibi batıl zerzevata inanmak sözkonusuyken ceketinin astarına düşürüveren kimilerine göre bir yıla nasıl girersen öyle devam edermiş. Hangi saat diliminde bilmiyorum, Avustralya'dakiler yeni yıla girerken hastalıktan burnumu çekiyordum ve Amerika'nın doğu kıyısı 2012 ile müşerref olurken muhtemelen horluyor olacağım.

Kendi geceyarımızda, evet, şimdi, yazı yazmaktayım.

Hayatımda hiç yeni yıl kutlamadım. Belki hatırlamadığım senelerin birinde olabilir, ancak gelen günün hiçbir zaman kutlanacak bir tarafı olmadığını, hepimizin ölüme daha çok yaklaştığını, bunun çok inançlı veya boş inançlı olmakla alakası olmadığını, bunu göremeyecek kadar saftirik olmanın insanı yeryüzünden ve yeryüzünün asıl meselesinden uzaklaştırdığını düşünürüm. Bu söylediklerimi doğumgünü için de tekrar etmek mümkün.

Yine de bu sene kendimi terki terk makamında aşmak ve tabii telefon şirketinin tahsis ettiği 1000 SMS'in normalde kullandığım üç tanesinden fazlasını kullanabilmek için mutlu yıllar yazılı bir silsile mesaj attım. Aslında gıcıklaşıp, ağızların tadını kaçıran ölümü de hatırla yazıp yollamak da mümkündü ama irtibatı zaten şekerrenk olan bilcümle arkadaşlarımın benimle tamamen selamı kesmesinden korktum. Kardeşimin cevaben gelen bir telefondan söylediği gibi senin arkadaşın da mı vaar? derler sonra.

Şahsen takvimimi kendi doğumgünüme göre düzenliyorum. Bugün mesela 11857. günümdü ve yarına uyanabilirsem 11858. günüm olacak. Millet bu kutladığı senelerin hesabını nasıl veriyor bilmiyorum ama her akşam gece yatağa giderken duyduğum daha iyi olabilirdi pişmanlığı değişmiyor. Onun için bırakıp, artık günün geçtiğini kabul edip yatmak ne zor. Aslında günler bitmesin, sene devrilmesin diye gayret edeceğimize, geleni kutlamak tam insana yakışan aptallık.

Salt Anat

Salt Anat

Türkçeyi en iyi bildiğini iddia edebilecek değilim. Benden daha iyi bilenler çoktur. Ancak kendimce bir söz zevkim olduğuna inanırım. Bazı kelimeler, bazı tamlamalar, bazı ifadeler tarifi zor bir daralma hissi yaratır. Kaçmak gerekir, yazıyı, konuşmayı, sözü bırakıp nefes almak gerekir.

Modern Türkçe dediğimiz lisanın hayli yüksek oranda nevzuhur kelime içerdiğini düşününce, karşılaştığım kelimelerden pek azondan tansiyonumun çıkmasını munisliğime veriyorum.

Kullanmıyorum, kullanmayı sevmiyorum, kullanılan yazıyı ciddiye almıyorum: Misal salt, yanıt, yapıt gibileri; mecbur kalırsam belki, ancak bunların hiçbiri dilime yeni bir anlam katmıyor, bilakis çirkin, varlığından muzdarip, sıkıcı seslerden mürekkep. Bir insanın eser telifiyle, yapıt yaratısı arasında bir fark var ve maalesef dilimiz de, sanatımız da ikincisine doğru kayıyor.

Acıyı derinleştiren tarafı bu dil değişimin siyasi saiklerle yol alıyor olması. Kendi kendine gelişen kelimeler, misalen çekyat, yüklenici gibileri çok rahat kullanım bulurken, başka dillerin boyunduruğu davuluyla halay çekenlerin bulduğu karşılıklar, kendini belli ediyor. Yeni kelime üretmek için azıcık şairlikten pay sahibi olmak lazım, bizim dil yaraları biz bürokrat elinden çıktık diye bağırıyor.

Bugün öğrendiğiniz İngilizceyle yüz veya ikiyüz sene önceki metinleri okursunuz, ancak Türkçe için, alfabe sıkıntısı bir yana, ne kelime karşılıklarını, ne bunların nüanslarını bilecek durumdayız. Bırakın yüz seneyi, elli sene öncesini bile anlamak zorlaşıyor. Kedi ve ciğer hesabı, eğer yüz sene önce buralarda Türkçe konuşuluyorsa, hani nerede, yok eğer bugün konuştuğumuz Türkçeyse, yüz sene önce bu topraklarda ne konuşuluyordu?

Elimizden gelen bir şey yok. Bu dil yaraları aynı zamanda ucuz. Hemen üretmek, hemen kullanmak, kendimize göre biçim vermek mümkün. Salt deyince ben genelde sadece, sırf anlıyorum ama bunu mutlak anlamında kullanmak da mümkün, dilerseniz saf şeker için salt şeker de dersiniz ve benim gibi birkaç kişi dışında kimse bundan rahatsız olmaz. Baktınız bir kelimeyi bilmiyorsunuz, mesela maderşahi demeyi öğrenmemişsiniz, İngilizce'den maternal ifadesini çevirmek gerekti. Herhangi bir şey öğrenmeye, bu nasıl denir acaba demeye, sözlük karıştırmaya ihtiyaç duymadan anat dersiniz, olur biter. Herkesin konuşmayı bildiği ama kimsenin anlamadığı dile yeni bir tilcik eklersiniz.

Adı Yapay Dil olan yapay dillerden, Esperanto gibi, Lojban gibi dillerden haz duyarım. Bunların entelektüel gayesini takdir ederim, yine de burada herkesin kullandığı ortak bir dilin, ilmeklerinden sökülen ipek bir halının paçavraya dönmesinden bahsediyorum.

Bu kelimeler, siyasi telmihlerinden dolayı da beni rahatsız ediyor. Dil devrimine lafta karşı olabilirsiniz, ancak ona en azından kullandığınız kelimelerle buğzedemiyorsanız, karşı koyma derdiniz yoksa, çok muhaliflik, çok akıldanelik taslar ancak işin başının batıla teslim olmamakta olduğunu idrak edemezsiniz. Türkiye'de derdi İslam, müslümanlar, Kur'an, din, falan filan konular olduğunu söyleyen, ancak hasmının diliyle anlatmayı, dahası o dili biliyor olduğunu göstermeyi seven çok entelektüel var. Yani, Allah rızası için söyleyin, bunlar mı tırnaklarını bile müşriklere benzemeyen sırada kesen peygamberden bahseden?

Teorik olarak imlası bozuk güzel yazı yazmak mümkün olduğu halde, pratikte pek rastlanmadığı gibi, teorik olarak bu kelimelerle orijinal düşünce aktarılabildiği halde, pratikte pek rastlamıyorum. O sebeple şöyle bir bakıp, ilk yaraya kadar okuyor, eğer ufak bir çizikse görmezden geliyor, derin bir yaraysa, yazıyı kendi halinde kanamaya bırakıyorum.

Ölsün öyle yazılar.

Tanrı ve Allah

Bu ikisini hemen her zaman farklı anlamlarda kullanıyorum. Her yazıda açıklamak mümkün olmuyor. Burada anlatmaya çalışalım.

Tanrı hemen her zaman insanların inşa ettiği bir kavramdır. Allah ise kendini haber verir. Tanrı konusunda anlaşmazlığa düşmek o sebeple kolaydır, çünkü benim Tanrım, başkalarının Tanrısına benzemez; Allah konusunda ise anlaşmazlığa düşülmez, onu bilenin emin olması ve üzülmeyecek olmasının sebebi de budur. Allah konusunda anlaşmazlığa düşülmez, çünkü insan Allah hakkında teslimiyetle konuşur, söylediğinin her zaman eksik olduğunu bilir ve bu konuda tartışmanın kendine düşmediğinin farkındadır.

Allah'ın zatı hakkında düşünmek insana fazla bir şey kazandırmaz. Allah şöyle midir, böyle midir, şöyle olursa böyle mi olur, böyle olursa şöyle mi olur; neticede Allah'ın verdiği akılla ve onun yarattığı mantıkla, onun ihata ettiği kainatın içinde bunları düşünerek anlayabileceğimiz tek şey, araçlarımızın amaca uygun olmadığıdır. Bunu idrak etmek yerine tartışmaya başlarsak, Allah'a değil, kendi Tanrımıza yaklaşmış oluruz.

Kelam ehli, Kitab-ı Mecid'in söylediklerini mantığa vurup bir akaid çıkarmışlar. Şahsen bu akaide, şunu yapın diyen hükümler kadar değer vermiyorum, falanca ayet temsili imiş, filanca ayet temsili değilmiş, şunu dersen şöyle demekmiş, Allah şöyle olamazmış, böyle olabilirmiş gibi konuşmaların hepsi, gerçekte cemaate yönelik, onların arasındaki fikir birliğini sağlamaya yönelik aktiviteler gibi geliyor. Kişinin bu meselede acizliğini anladıktan sonra, mesela namazı konusunda bunlardan daha dikkatli olması gerektiğini düşünüyorum.

Tasavvuf ehlinin buna mukabil söyledikleri de benzer. Birinin mantıkla anlamaya çalıştığını, diğeri ilham yoluyla anlamaya çalışıyor; ancak sonunda mantık da, ilham da sahibine ait ve bunları gereğinden fazla ciddiye almak, kişiyi asıl meselesinden, salih amel meselesinden uzaklaştırabiliyor. Hayatını nasıl yaşaması gerektiğini bilen ve bu bilginin hakkını veren insanın eğlence kabilinden bu mevzuyu dert edinmesi normal, ancak nasıl yaşaması gerektiği konusunda tereddüt sahibi olan insanın, Allah'ın zatı hakkında kafa yorarak edinebileceği pek bir şey yok.

İnsanın Allah'la yakınlaşmasının yolu ise, her türden Tanrı'yı reddetmekle başlıyor. La ilahe ile yola çıkmadan, illallah safhasına ulaşmak pek zor. Etrafındaki putlar, insanlar, para gibi tanrıları reddetmekle başlayıp, kendi içindeki akıl gibi, nefs gibi, hevesler gibi tanrıları da reddetmekle devam edince, insan Allah'a yaklaştığının ve ondan başkasının ilahlığının muhal oluşunun farkına varıyor. Buradan sonra kişinin gördüğü, bildiği, yaşadığı hiçbir şey Allah'ın her şeyi kuşatan bilgisi ve kudretinden uzak durmuyor; batıl Tanrıları yerinden eden tartışmalar ve imanları sallayan gelişmeler Allah'ın hakkında değil, mahlukata ve Allah'ın insana verdiği hilafete dair görünmeye başlıyor.

Tanrıların her zaman kişide huzursuzluk ürettiğini, kalplerin yalnız Allah'ın zikriyle tatmin olduğunu görüyor. Yeryüzündeki ve ötesindeki her şeyin, yalnızca Allah'ın bildiği bir hikmet içinde varolduğunu anlıyor. La ilahe Ateistçe bir söz, ancak illallah izniyle Ateistlerin yapamadığını, yani kendi içindeki tanrıları da ezip, göklerin ve yerin ardındaki kudret elini görmek nasip oluyor.

Bu söylediklerim, yukarda itibar etmediğimi söylediğim ilham cinsinden gelebilir. O sebeple sadece farklı anlamda kullandığım iki kelimeyi açıklarken başvuruyorum. Hakikate vuslat için kişinin kendi fiili ve idrakinden ötesi yok.

Topluluk

Topluluklara ve onları temel alan fikirlere güvenmiyorum. Fikirlerin bireylerden sadır olduğunu, bir iletişime ihtiyaç duysa da, düşüneninin tek bir kişi olduğuna inanıyorum. Topluluklar ve komitelerin ortaya koyduğu düzenlerin, adı demokrasi, sosyalizm veya buna benzer cihazların hepsinin, gerçekte kendi söyleyeceğini topluluğa söyletmeyi becerenler tarafından yönetildiğini düşünüyorum.

Hatta bazı zamanlar yaratıcılığın doğrudan yalnızlıkla alakalı olduğunu da düşünüyorum. İnsanlarla beraberken kendimi daha da aptallaşmış hissetmemle alakası olmalı bunun.

Şu açık: Hiçbirimiz, ne kadar zeki olursak olalım bu dünyada tek başımıza yaşayamayız. Dahası tarihin bize gösterdiği şey, fikirlerin serbest dolaşımının, yani benim yarım fikrimle, başkasının yarım fikrinin buluşacak bir zemin bulmasının ortaya yeni ve çok daha iyi fikirler ortaya çıkardığı. Yani yalnızlık ve yaratıcılık arasında pek de kaliteli bir ilişki bulmak mümkün değil.

Bununla beraber, topluluk dediğimizin aklının fikrinin olmadığına da giderek daha büyük ölçüde kanaat ediyorum. Bir insan, topluluğu konuşturacak kadar güçlü olmadığı sürece, onun tarafından ya anlaşılmayarak, ya önemsenmeyerek, ya da düpedüz hasmane biçimde susturulmaya mahkum. Onu konuşturacak kadar, kanaat önderi dediğimiz zevat gibi sosyal kudrete sahip olmak için ise, topluluğun dilini uzun zaman konuşmak gerekiyor ve bu tüm yaratıcılıktan arınmak demek. Önce onlar gibi olmak, ortalamayı ruhunda mündemiç hale getirmek ve sonra, bir ihtimal, topluluğun üzerinde fikri tasarrufa sahip olmak…

Tayyip Erdoğan gibi mesela. Bılık bılık hayran olanlarını da, kendisi kadar sıkıcı bulduğum bu insanın, bu ülkedeki ciddiye alınabilecek tüm fikir adamlarından daha önemli olduğunu kabul etmek zorundayım. Fethullah Gülen gibi mesela, vaazlarında isimlerini kiloyla saydığı Batı felsefecilerinden birini bile okumuş olduğunu sanmadığım hocaefendinin, sadece işine yarayacak ölçüde aktardığı fikirlerinin, o isimleri rüyasında görecek kadar hemhal olmuş kimselerinkinden daha önemli olduğunu kabul etmek zorundayım. Kemal Atatürk gibi mesela, herhangi bir teorik planı, rasyoneli, gerçek anlamda fikri olmadığı halde, doğru zamanda doğru fırsatları değerlendirerek bütün düşünce sahiplerinden daha önemli bir etkiye yol açtığını görmek zorundayım. Bu insanların beyanlarının, yaşadıkları devrin on yirmi yıl sonrasında hiçbir kıymeti harbiyesi olmadığını göreceğiz. Tayyip Erdoğan'ın tuhaf partisinin ve Fethullah Gülen'in cevşenperver cemaatinin; Kemal Atatürk'ün anlamsız totolojik vecizelerinin başına geldiği gibi bir yeniden inşa faaliyetine sahne olacağını, sonunda gerektiği biçimde bir Erdoğan ve gerektiği biçimde bir Hocaefendi'ye sahip olacağımızı da çıkarabiliriz. Bugün Erdoğan'ın liberal mi, otoriter mi olduğuna, Hocaefendi'nin gelenekçi bir mü'min mi, yoksa diyalog taraftarı bir din ıslahatçısı mı olduğuna, yirmi yıl sonraki konjonktür karar verecek. Aynen Atatürk'ün sonradan müslüman edilmesi veya demokratlaştırılması gibi… (Eğer dünya savaşını Hitler kazansaydı, bugün nasıl bir Atatürk'ümüz olurdu?)

Bunun sebebi topluluğun fikirsiz olması. Çünkü karşıdakinin ne duymak istediğini anlayacak ölçüde zeki her insanın karşılaştığı bir problem vardır; ya köşeli olduğu halde doğru bildiğini söyler ve gözden düşer, ya da ne isteniyorsa onu söyler ve yükselir. Bu insanlar ikincisi cinsinden insanlar, zihinlerini topluluğa ve onun hipotalamus kaynaklı fikirlenmelerine endekslemiş insanlar ve o sebeple söylediklerinin bir kıymeti yok. Yarın uygun görürse Tayyip Erdoğan en ferahından liberal, Fethullah Gülen de en yemyeşil şeriatçı olabilir; veya tam tersi.

Vox populi vox dei güzel bir temenni ama populus ne yaptığını pek de düşünmeyen, bugün yağmur yağsa havadan, yarın güneş açsa yine havadan şikayet edecek insanlardan mürekkep. Topluluğa sadece güç odakları arasındaki bir yatıştırıcı olarak güvenmek, hani demokrasinin bir oyun olması veya sosyalizmin yalan olması gibi ele almak, fazla ciddiye götürmemek lazım. Tabi ki, topluluk bizi boğabilir, bunu yapacak kudreti var, ancak hiçbir topluluk hakikati değiştiremez.

Friday, December 30, 2011

Topluluk

Topluluklara ve onları temel alan fikirlere güvenmiyorum. Fikirlerin bireylerden sadır olduğunu, bir iletişime ihtiyaç duysa da, düşüneninin tek bir kişi olduğuna inanıyorum. Topluluklar ve komitelerin ortaya koyduğu düzenlerin, adı demokrasi, sosyalizm veya buna benzer cihazların hepsinin, gerçekte kendi söyleyeceğini topluluğa söyletmeyi becerenler tarafından yönetildiğini düşünüyorum.

Hatta bazı zamanlar yaratıcılığın doğrudan yalnızlıkla alakalı olduğunu da düşünüyorum. İnsanlarla beraberken kendimi daha da aptallaşmış hissetmemle alakası olmalı bunun.

Şu açık: Hiçbirimiz, ne kadar zeki olursak olalım bu dünyada tek başımıza yaşayamayız. Dahası tarihin bize gösterdiği şey, fikirlerin serbest dolaşımının, yani benim yarım fikrimle, başkasının yarım fikrinin buluşacak bir zemin bulmasının ortaya yeni ve çok daha iyi fikirler ortaya çıkardığı. Yani yalnızlık ve yaratıcılık arasında pek de kaliteli bir ilişki bulmak mümkün değil.

Bununla beraber, topluluk dediÄŸimizin aklının fikrinin olmadığına da giderek daha büyük ölçüde kanaat ediyorum. Bir insan, topluluÄŸu konuÅŸturacak kadar güçlü olmadığı sürece, onun tarafından ya anlaşılmayarak, ya önemsenmeyerek, ya da düpedüz hasmane biçimde susturulmaya mahkum. Onu konuÅŸturacak kadar, kanaat önderi dediÄŸimiz zevat gibi sosyal kudrete sahip olmak için ise, topluluÄŸun dilini uzun zaman konuÅŸmak gerekiyor ve bu tüm yaratıcılıktan arınmak demek. Önce onlar gibi olmak, ortalamayı ruhunda mündemiç hale getirmek ve sonra, bir ihtimal, topluluÄŸun üzerinde fikri tasarrufa sahip olmak…

Tayyip ErdoÄŸan gibi mesela. Bılık bılık hayran olanlarını da, kendisi kadar sıkıcı bulduÄŸum bu insanın, bu ülkedeki ciddiye alınabilecek tüm fikir adamlarından daha önemli olduÄŸunu kabul etmek zorundayım. Fethullah Gülen gibi mesela, vaazlarında isimlerini kiloyla saydığı Batı felsefecilerinden birini bile okumuÅŸ olduÄŸunu sanmadığım hocaefendinin, sadece iÅŸine yarayacak ölçüde aktardığı fikirlerinin, o isimleri rüyasında görecek kadar hemhal olmuÅŸ kimselerinkinden daha önemli olduÄŸunu kabul etmek zorundayım. Kemal Atatürk gibi mesela, herhangi bir teorik planı, rasyoneli, gerçek anlamda fikri olmadığı halde, doÄŸru zamanda doÄŸru fırsatları deÄŸerlendirerek bütün düşünce sahiplerinden daha önemli bir etkiye yol açtığını görmek zorundayım. Bu insanların beyanlarının, yaÅŸadıkları devrin on yirmi yıl sonrasında hiçbir kıymeti harbiyesi olmadığını göreceÄŸiz. Tayyip ErdoÄŸan'ın tuhaf partisinin ve Fethullah Gülen'in cevÅŸenperver cemaatinin; Kemal Atatürk'ün anlamsız totolojik vecizelerinin başına geldiÄŸi gibi bir yeniden inÅŸa faaliyetine sahne olacağını, sonunda gerektiÄŸi biçimde bir ErdoÄŸan ve gerektiÄŸi biçimde bir Hocaefendi'ye sahip olacağımızı da çıkarabiliriz. Bugün ErdoÄŸan'ın liberal mi, otoriter mi olduÄŸuna, Hocaefendi'nin tam bir mü'min mi, yoksa diyalog taraftarı bir din ıslahatçısı mı olduÄŸuna, yirmi yıl sonraki konjonktür karar verecek. Aynen Atatürk'ün sonradan müslüman edilmesi veya demokratlaÅŸtırılması gibi… (EÄŸer dünya savaşını Hitler kazansaydı, bugün nasıl bir Atatürk'ümüz olurdu?)

Bunun sebebi topluluğun fikirsiz olması. Çünkü karşıdakinin ne duymak istediğini anlayacak ölçüde zeki her insanın karşılaştığı bir problem vardır; ya köşeli olduğu halde doğru bildiğini söyler ve gözden düşer, ya da ne isteniyorsa onu söyler ve yükselir. Bu insanlar ikincisi cinsinden insanlar, zihinlerini topluluğa ve onun hipotalamus kaynaklı fikirlenmelerine endekslemiş insanlar ve o sebeple söylediklerinin bir kıymeti yok. Yarın uygun görürse Tayyip Erdoğan en ferahından liberal, Fethullah Gülen de en yemyeşil şeriatçı olabilir; veya tam tersi.

Vox populi vox dei güzel bir temenni ama populus ne yaptığını pek de düşünmeyen, bugün yağmur yağsa havadan, yarın güneş açsa yine havadan şikayet edecek insanlardan mürekkep. Topluluğa sadece güç odakları arasındaki bir yatıştırıcı olarak güvenmek, hani demokrasinin bir oyun olması veya sosyalizmin yalan olması gibi ele almak, fazla ciddiye götürmemek lazım. Tabi ki, topluluk bizi boğabilir, bunu yapacak kudreti var, ancak hiçbir topluluk hakikati değiştiremez.

Saturday, December 10, 2011

Merdud

Kırmızı Kitap'ın son kısımlarını oluşturan Yedi Vaaz'ı evini dolduran ruhlara yazdığı söylenir. Ölülere Yedi Vaaz, Septem Sermonem ad Mortuos

İki gündür huysuz. Altı ay, olmadı daha, altı aylık olmadı. Konuşmasını öğrendiğinde şimdi bildiklerini unutmuş olacak mı? Belki beni tanımaya başlaması unuttuğuna işarettir.

Yazıları ona yazmak isterdim. Zaman zaman beni mezarıma indirirken ne düşüneceğini düşündüğüm en güzeline. Her kucağıma aldığımda, onun beni son defa kucaklayacağı zamanı hatırlıyorum.

Yapmam gereken tonla iş var, ancak dilimi çözmem için yazmam gerekiyor. Dilimin ve elimin çözülmesi için.

Nasıl ki yatmakla insan katılaşırsa, yazıdan uzak kalınca da katılaşıyor. Katılaşmak, kalbin ve dilin katılaşması, zevkten mahrumiyet, gördüklerimi göremiyor olmak, neşesiz bir insan olmak, o bir rüzgarken, bir bedene dönüşüyor, ben katılaştıkça o da katılaşıyor. Onu çözmek için kendimi çözmem gerek, onun huzurlu olmasını istiyorsam, kendim de huzurlu olmalıyım.

Ağlamasını susturmak için ağlamayı kesmem gerek.

İnsandan bahsederken, aslında bu sahfadan ileri gitmediğini, ağlamakla ömrünü tükettiğini ve her zaman bir kucak aradığını düşünüyorum.


Meşgul ol, yazmaya korktuklarını pazar yerine çıkar, sonunda kimin hanesine düşen varsa alır. Dünya tuhaf bir yer. İnsanın insana ettiğini kimse etmiyor. Haber geliyor, ya faydasız, ya anlamsız, ya yalan. İnsanlardan neden kaçtığımı hatırlamak için kucaklarını denemem gerekiyor. İnsanlar buldukları kucaklarda, yüksek ve rahat yerlerde yaşamayı tercih ediyor, bense oturmuşum hep, şimdi de, en fazla emekleyebiliyorum.

Emeklemenin yarattığı tuhaf yalnızlık, yürümeyi öğrenecek kadar yaşayamayacağımı biliyorum. Sardırdıkları gibi bir tenasuh düşüncesinin neden kaynaklandığını da tahmin ediyorum. Çünkü bir ömür bu dünyaya az. İnanmam gerekenlere inanmıyor olduğum doğru değil, sadece inanmak zorunda kaldığımda bilmeye engel olduğunu düşünüyorum. Allah'a inanmak, onu bilmeye engel. İnanmamak da engel, tabii ki. Bu konuyu böyle ele almak tuhaf kaçacak ama ben peygamberlerin bilmek ve inanmak arasında, bilmeyi tercih ettiğini düşünürüm, yoksa insan her şeye inanıyor, kendine de inanabilir.

Bilgi ise çok çok çok farklı bir dert. Allah'ı nasıl bilirsiniz? Şu dünyaya bak, adaletsiz biliriz, şu dünyaya bak, güzel biliriz, şu dünyaya bak, sabırlı biliriz, şu dünyaya bak… Dünyaya bakmadan bilmez misiniz? Bilmeyiz. Çünkü dünyanın ötesine ufkumuz yetişmez.

Yeryüzünün kötülüğüne istinaden inkar eden kişiye sormak isterim, evdeki karıncalara ne kadar adilsin? Onların ayrı ayrı bireyler olmadığını biliyorsan, hepsinin tek bir organizma gibi varolduğunu biliyorsan, düşündüğün anlamda adalet ve eşitliğin onlar için geçerli olmadığını da bilirsin. Peki insanın tek başına bir kıymeti harbiyesi olduğunu sana kim söyledi?

Çiçeklere ne kadar adilsin? Yemeğine ne kadar adilsin? Kendi organlarına ne kadar adilsin? Bugün beynime yarayan yemekler yedim, yarın da mideme yarayan yemekler yemeliyim ki adil olayım, diyor musun? Allah'ın ben yeryüzünü süper bir yer yapacağım diye bir vaadi vardı, her dileyen dilediğini alacak diye bir vaadi vardı da, biz mi bilmiyoruz? Allah'a rahman (rahmeti herkesin kuşatan) gibi, kahhar (kahreden), gafur (bağışlayan) gibi, muntakim (intikam alan) de diyen bir din mesela bizimkisi; Tanrı hep iyi olmalıdır diye bir inanç geliştirip, ben Tanrı olsam, bak dünyada aç adam kalıyor mu diye güzel hayallere dalmak… Tabii ki sonunda Tanrı yoktur diye devam eden aydınlamalara ulaşırsın. Çünkü Tanrı olsa, aynen benim gibi, veya benden birazcık daha iyi olurdu kesin.

Bilmenin ne olmadığını biliyoruz. Tanrıya bir kişilik atfedip, inanan veya inanmayan olmanın bir farkı yok. Bilmenin ne olduğunu ise bilmiyoruz. Çünkü bilmeyi istemiyoruz. Bilmek zor, önce ciddiye almak gerekiyor, ciddiye aldığını o varmış gibi yaşayarak göstermen gerekiyor belki.

Ama bilimsel olarak… Sabahtan akşama kadar bilimle ilgili şeyleri okuyorum, seyrediyorum, dinliyorum; en son şunu seyrettim mesela, yine de bütün bu söylenenlerin benim açımdan, aradığım bilgi açısından bir önemi yok, bilim olduğu şey olmaya devam edebilir, birileri bilimin sebepler zincirine bakıp Tanrılarına ihtiyaç kalmadığını düşünebilir; bunlar şaşılacak yorumlar değil, Okkam'ın usturasıyla traş olmak daha moda olabilir, bunda da şaşılacak bir şey yok.

Ne için yaşıyorsun? Ne seni yerinden kaldırıyor? Sabahları ne için uyanıyorsun? İşte senin Tanrın odur.

Saturday, November 26, 2011

Kötülük Vazifesi

İnsanların bir kısmı bile bile kötülük yapıyor olabilir, ancak yeryüzünde insandan kaynaklı kötülüğün büyük kısmının iyilik veya vazife uğruna yapıldığını düşünüyorum.

Teorik ahlaki doğrulardan bahsederken hemen hiç kimseyle bir çatışma yaşamaz insan, doğru olmak, insanlara doğru yaklaşmak, kimseye zarar vermemek, kendine yapılmasını istemediğini başkalarına yapmamak falan. Dünyanın en musibet insanı da olsa, teorik bir zeminde ahlaki doğrularda uzlaşmak mümkündür; ortada kemik olmadığında.

Ancak somut olaylar sözkonusu ise, doğrular ve yanlışlarda bu kadar net uzlaşılamaz; orada kemiğin her ne şekilde olursa olsun edinilmesi gibi bazı başka ilkeler sözkonusudur, benim klanım, benim ailem, benim dindaşlarım, ben ve uzantılarım iyiye her zaman daha layıktır. Görevi kemiği ele geçirmek olanın soyut bir iyilik kavramına ihtiyacı yoktur; iyilik kendini o vazifeye göre tanımlar.

E�yanın tabiatı gereği, soyutlar, somutlara daha kolay uyar. Somut bir menfaat, soyut bir ahlaklılıktan daha çekicidir; menfaati ahlaka uydurmak zordur ama ahlak menfaate çok kolay uydurulur. İyi olmak kolaydır, menfaat her zaman ele geçmez.

Bunu ıskalayan veya görmezden gelmeye çalışan ahlakçıların sonu, ıskaladıkları bu kritere malzeme olmaktır. Diyelim ki, çok güzel ahlaki kurallarımız var, ancak insan tabiatının kötü tarafını, yeryüzünde kötü insanlar olabileceği gerçeği üzerinde durmuyoruz; herkesi kendimiz gibi sanıyoruz falan. Sonunda olacak olan, bizim güzel ilkelerimizin o kötü insanlar tarafından menfaat temininde kullanılmasıdır.

Misal mi? Mesela şehitlik kavramı. Normal şartlar altında hakkı ve hakikati savunmak için ölmek demektir; ancak bunu kendi düzenini korumak, kendi menfaatleri uğruna vatandaşlarını ölüme atmakta kullanır devlet. Mesela özel mülkiyet. Maksat insanların kendilerine emanet olan mülkü bilmeleri, onu bütün insanların lehine olacak şekilde kullanmaları, insanlar arasında ufak meseleler için ben/sen/biz/siz kavgası çıkmamasıdır, ancak özel mülkiyeti kullanıp insanlar birbirini sömürebilir, birbirlerine tasallut edebilir ve zulüm üretebilir. Mesela telif hakkı ve patent. Normalde yaratıcı düşünceyi ve sanatçıyı korumak içindir, ancak şirketlerin elinde bir hukuki silah haline dönüşür ve asıl maksadının tam tersine hedefler için kullanılabilir, sanatçı veya mühendis işin sadece kozmetik bir parçasıdır.

Menfaat sözkonusu olduğunda, paranın dini olmaz diye bir sözümüzün olması yeterince açıklayıcıdır. O sebeple, kişisel menfaatleri temin üzerinde söz söylemeyen, yani insanlara menfaat konusunda takla atmak, -mış gibi yapmak, menfaatlerine onu düşünmüyormuş gibi yaparak ulaşmak gibi seçeneklerden başka yol bırakmayan ahlak anlayışları içten içe çürümeye mahkumdur. Kiminin edebiyatı ahlak ve adalet üzerinedir, ancak derdi o kavramlar üzerinden menfaat temin etmek, maddi olamasa da, manevi bir sermaye biriktirmektir.

Bu sebeple kişisel menfaatler üzerinde konuşmayan, ayıp sayan, bunu görmezden gelen insanların hayatı biliyormuş gibi yapmalarına inanmamak lazım gelir. Bir insan hayatında para kazanmak ihtiyacı duymamışsa, insanın para için ne hale gelebileceğini bilmiyor ve üfürdüğü lafların üfürükten kaldığını görmek istemiyordur. Kötülüğün gerçek sebebi de, işte bu soyut üfürüğün, somut menfaatler uğruna kullanılmasıdır.

Somutları soyutlardan ayırmak gerçekte o kadar zor değildir; biri hakkında konuşurken diğerini malzeme yapmamak da öyle. Somut değerleri, sadece bu somut değerleri ilgilendiren ilkelerle açıklamak lazım gelir; soyut değerleri ise yine kendilerini ilgilendiren değerlerle. Ne zaman ki somut meseleleri, mesela parayı, maddi değerleri, kazançları soyut ilkelerle, mesela milliyetçilik, din, siyasi fikir, felsefe gibi ilkelerle bir araya getirmek ihtiyacı duyuyorsak, orada bir yanlış vardır.

Bu ayrımın yapılabileceğini düşünüyorum: Her insanın su, yiyecek, ısınma, barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılama hakkı vardır diye bir ilke somut bir ilkedir, insan somuttur, yiyecek somuttur, barınma somuttur, ısınma somuttur, bunu felsefi/dini/kültürel soyutluğa bulaşmadan anlayabilirsiniz; her insanın kendini ifade etme özgürlüğü vardır ise soyut bir ilkedir, insan somutsa da özgürlük soyuttur, ifade soyuttur; eğer birinci ilkeyi ikincisi cinsinden yerlere çekerseniz, sonunda ikisi de ulaşılmaz kalır; insanların ısınma ve yiyecek uğruna özgürlükten vazgeçtiğini görürsünüz, ve sonra bazıları özgürlük vaadiyle onlara yiyecek satar ve evlerine ortak olur.

Friday, November 25, 2011

Yapay Zeka'ya Teslim

Yapay Zeka konularıyla uğraşan kimselerin işin ahlaki taraflarıyla pek ilgilendiğini görmedim. Eski doktora danışmanım nasılsa yapılamaz havasındaydı, Strong AI denen ve insan gibi düşünen makinelerin yakın gelecekte pek de makul bir ihtimal olmadığını düşünürdü.

Bu konuda hemen hemen iki kamp var, birincisi Singularity dedikleri Yapay Zeka'nın kendini üretebildiği noktaya 2040 civarında ulaşılacağını düşünüyor, Ray Kurzweil bu ismin önde gelen isimlerinden. Diğer kamp sorunları görüyor ve problemlerin aşılmasının daha uzun zaman alacağını, belki de mümkün olmadığını iddia ediyor, çünkü insan düşüncesinin onun bedeni ve kültürüyle doğrudan bir ilişkisi mevcut ve bunu bu bedene sahip olmayan bir yazılımda taklit etmek mümkün olmayabilir.

2008'de 5 dakikalık bir çet esnasında, 12 kişiden 3'ü (yani %25'i) bilgisayarla konuştukları halde, onun insan olduğunu düşündüler. Turing testi denen bu testi geliştiren Alan Turing, 2000 senesinde bu oranın %30 olacağını iddia etmişti ki bugün bu orana hayli yakınız. Yani Internette çet yaptığınız (veya twitleştiğiniz) birinin organik değil yapay zekaya sahip olma ihtimali giderek kuvvetleniyor.

Şahsen bu konudaki fikrim, Turing testinin geçilmesine gerek kalmadan, makinelerin insanların erişemeyeceği bir zekaya sahip olabilecekleri, yani Turing'in antropomorfik (insan-biçimli) ölçüsünün pek de geçerli bir ölçü olmadığı. Turing'in testi, mesela uçakların ne kadar kuş gibi uçabildiklerini ölçüyor, bu hedef bugün bile erişilmiş değil ancak kuşlardan daha kuvvetli, daha çok yük taşıyan dev uçaklar mevcut; aynı şekilde hala insan gibi yürüyebilen makineler yapamıyoruz belki ama insan çok daha verimle çalışan ve insanın onlarsız yaşayamadığı makinelerimiz var.

Bunun gibi, insan becerilerini, bilhassa sosyal ve kültürel becerilerini taklit eden makinelerin üretilmesi uzun zaman alabilir, ancak günlük hayata ilişkin pek çok işi, mesela araba kullanmayı, evi idare etmeyi, eğitimi, araştırmayı ve uzmanlaşma (yani insanın makinalaşmasını) gerektiren her konuyu insandan daha iyi yapacak makineler üretmek yakın gelecekte mümkün. Halihazırda otonomobiller var mesela, belki beş yıla kadar şoförsüz arabalar ticarileşecek, insanlar giderek makineler olmadan tasarım ve üretim yapamaz hale geliyor ve makineleri kullanmak insanlarla uğraşmaktan daha kolay hale geliyor, Apple'ın Çin'deki üretimini yapan Foxconn isimli şirket, mesela, işçilerinin büyük kısmını robotlarla değiştirmeyi planlıyor, Nietzsche hakkında derin sohbetler edecek bir makine yapmak uzun sürebilir ancak içtiğimiz sudan, yürüdüğümüz yola kadar onlara muhtacız.

Buna ihtiyacımız da var, çünkü insan zihninin kapasitesi 7 milyarlık ailenin ihtiyacına cevap vermekten uzak; enerji sıkıntısını aşmanın önemli bir yolu, enerji kullanımını insan tasarrufundan mümkün olduğunca uzaklaştırmak; mesela arabaların otonom hareket etmesi, trafiğe ve yol şartlarına göre optimum yakıt harcamasıyla hareket edilmesi demek, bunu sinirlendiğinde gaza basan, keyfi yerindeyken sallana sallana giden, her gün aynı yolda aynı trafiği çekip, alternatif yol aramayan insan şoförlerle yapmak imkansız.

Ancak ahlaki soru orada duruyor; bu bahsettiğim aslında bildiğimiz anlamda insanlığın sonu. Makineler düşünebilir mi gibi çok da gerekli görmediğim soruların ötesinde, insanlar makinesiz yaşayamaz hale geliyor, varsın düşünmesin, biz onsuz yaşayamadıktan sonra düşünse ne olacak, düşünmese ne olacak?

Eski yazıların birinde, bir gözün görmek için gözlüğe ihtiyacı varsa, bir gözlüğün de görmek için göze ihtiyacı var demektir babında bir örnek vardı; yani belki robotlar insan zekasının gerektirdiği bazı şeyleri yapamayacak, ancak robotlarla insanlar o kadar içiçe geçmiş olacak ki, ha göz, ha gözlük, ikisinden biri olmadığında göremiyorsak, hangisi olduğumuzun bir önemi olmayacak.

Yapay Zeka konusunda çalışırken içimde beliren isteksizliğin kaynağı büyük ölçüde buydu. Etraflıca düşünüldüğünde, bugün bazılarınca nükleer silahların ortaya çıkmasındaki liderliği eleştirilen Oppenheimer'ın ve Manhattan Projesi'nin yaptığından fazlasını yapabilir, insan hayatını kolaylaştıran her şey, bir noktada insanı olduğu çevreden koparıp, anorganik, tuhaf bir yaşam formuna çeviriyor. Teknolojiyle arası ılıman olanların hayatında bu hissedilmiyor olabilir henüz, ancak benim gibi elinin altında bilgisayar olmazsa kendini yalnız hisseden biri için bu hayli belirgin.

Ne yapmalı? Teknoloji dönülmez bir yol. Dünyayı durdurup, hadi herkes yüz sene öncesindeki gibi yaşasın diyemezsiniz; elimizde bir sihirli değnek olup yüz sene öncesine gitsek de sonunda dönüp dolaşıp geleceğimiz yer bugünkü nokta. Yeryüzü insan merkezli tek bir otoritenin yönetebileceği bir yer değil, dünya devleti eğer mümkün olacaksa muhtemelen robotlar, yazılımlar falan bizi yöneteceği için mümkün olacak; böyle bir otorite olmadığı sürece de zaten teknolojiye yön vermek mümkün değil.

Çözüm buladığımda teslim olmayı tercih ettim. Foundalis diye bir adamın yaptığı gibi, bu işler bizi yok edecek diyip bırakmak da mümkün belki. Tuhaf kadercilik burada da işe yaradı, takdir neyse o olacak, ne daha azı, ne daha fazlası, eğer insanın sonu kendi yaptığı makinelerin eliyle gelecekse, buyursun gelsin. Benim de çorbada azıcık tuzum olursa ne mutlu.

Bunu hayatımın diğer taraflarıyla nasıl bağdaştırdığımı, mesela sabah namazını kılıp, akabinde Yapay Zeka makalesini nasıl okuduğumu soranlar olabilir; ya birine inanır insan, ya diğerine… Mesele o kadar basit değil tabi, yine de ben de şaşıyorum. Bir tarafta hemen tüm inananları susturacak kadar tanrısızlık edebiyatına vukuf, bir tarafta hikmetin her noktasında Allah'ın tecellisini görmek.

Hamiş: Bunu yazdığım sıra Internet bağlantım olmadığı için link veremedim, Google'da Autonomous Vehicle diyerek arabalara, Exoskeleton diyerek bedene giyilen robotlara, Singularity diyerek de malum kavrama ilişkin arama yapabilirsiniz.

Wednesday, November 23, 2011

Allah'ın İsbatı

Tüm okumalar ve düşünmelerin sonunda Allah'ın varlığının tek isbatının ona iman edip, hayatını ona göre düzenleyen bir insan olduğuna karar verdim. Allah varmış gibi yaşayan birisinden başka Allah'ı isbat edebilecek delil yoktur.

Yaşamak evet, inanmaktan öte yaşamak. Çünkü bu derece büyük bir kavramın tek bir kişinin sözüyle var olması (veya yok olması) muteber değildir, o sebeple olsa gerek, Kitap hiçbir zaman (kafayı isbatla bozmuş müslümanların yaptığı gibi) isbata yönelik bir söz sarfetmez, kozmolojik, ontolojik, istatistik kanıtlar dizmeye çalışmaz, insanı Allah varmış gibi yaşamaya davet eder.

Bilimsellik iddiasıyla aslında tanrıyı insan yarattı diyenlere de bir cevap olabilir bu, kainatın, varlığın, bildiğimiz tüm kuralların ve isimlerin ötesinde bir yaratıcıdan konuşurken, bilimi, onun çalışmasını sağlayan kuralları kullanmak abestir; öyle yok edemezsiniz, yok etmek için yeryüzündeki tüm insanları Allah yokmuş gibi yaşamaya başlaması lazımdır. Tanrı'nın yokluğunu isbat da yine o yokmuş gibi yaşayarak olur.

O sebeple tüm mesele, bir felsefi-bilimsel-dini mesele gibi durmakla beraber, nasıl yaşadığımız meselesidir. Allah varmış gibi mi yaşayacağız, yokmuş gibi mi yaşayacağız? Bu sorunun ürettiği kavga, yeryüzündeki tüm felsefi-bilimsel-dini çatışmaların özünde bulunur; zihin felsefesiyle ilgili konuşurken, mesela şuurun (consciousness) varlığına inanan insanların (Penrose veya Chalmers diyelim mesela) aynı zamanda, klasik anlamda olmasa da bir Tanrı düşüncesini müdafaa edebileceklerini görmek zor değildir. Zeminleri uygun değildir velakin, felsefeyle yola çıkıp Allah'a varamazsınız, çünkü felsefe, Sartre'ın dediği gibi, size nasıl yaşamanız gerektiği dışında her şeyi söyler. Allah'ın varlığıysa, dedik ya, ancak o varmış gibi yaşamakla isbat olur.

Allah varmış gibi mi yaşayacağız, şuur varmış gibi mi yaşayacağız, akıl varmış gibi mi yaşayacağız, yoksa bunların hepsini temelsiz itikatlar sayıp, kendimizi gördüğümüzle, bildiğimizle, zevk aldığımızla mı sınırlayacağız?

Şeker

1 Kasım'dan beri içinde rafine şeker olan bir şey yemiyorum. Kararı verdikten sonra seyrettiğim Sugar: The Bitter Truth videosunun bu konuyla pek alakası yok, sanırım, Peter Norvig'in 30 gün için şekerden uzak duracağım demesinden ilham aldım. Bakalım ben ne kadar dayanabileceğim.

Şeker kullandığım tek antidepresandı, moralimi düzelttiğine defalarca şahit olmuştum, ancak bıraktıktan sonra özel bir zararını görmedim. En acayip tarafı daha çok susuyor olmam, önceden günde iki bardaktan fazla su içmeyen ben, şimdi 6-7 bardaktan fazla içiyorum. Herhalde şekerli içecekleri içmeyi bırakmamın neticesi. Ancak yine de garip, çünkü şeker tüketimindeki azalmanın su ihtiyacını da azaltması lazım geliyordu.

Meyvaların ne kadar şekerli olduğunu ise tahmin edemezsiniz. Bir elmayı çok tatlı geldiğinden yiyememek diye de bir şey varmış.

Yiyeceklerle ilgili meseleleri din haline getirmeyi (mesela vejetaryenliği, veganlığı vs.) sevmiyorum, gereğinden fazla ciddiye almak gibi geliyor ama şekerden uzak kalabilmeyi istiyorum, etten ve yağdan daha tehlikeli bir gıda olduğuna kanaat ettim ve bu ikisinden de mümkün olduğunca uzak kalmaya çalışıyorum zaten.

Şimdiki kilo fazlasını litrelerce portakal suyuna borçlu biri için bakalım ne sonuç alacağız bundan.

Thursday, November 17, 2011

Anti Otomatizm

Otomatizm dediğim kendimdeki bir heves, her şeyi otomatik yapma hevesi, o kadar ki elle ilgilenmek zorunda kalmayayım. Neyle?

Mesela yazılarla. Yazıyı yazayım, kaydedeyim ve hemen yayınlansın. Web sayfasını açmak, kopyalamak, yapıştırmakla uğraşmayayım.

Mesela günlük hayatımda. Her gün aynı saatte aynı işi yapayım, fazla düşünmek gerekmesin.

Mesela hemen her konuyu açıklayıcı kurallar bulayım ve tek yapmam gereken onları değişik durumlara uygulamak olsun.

Velakin ben aslında bunun tam tersi tabiata sahip bir insanım, bir şey otomatikleşmişse artık ilgimi çekmez. Bir meseleyi çözmüşsem, otomatikleştirmişsem, girdisini çıktısını biliyorsam, daha fazla uğraşmam, sıkılırım.

Bunu da milyonlarca kez görmüşümdür. Bir tarafım otomatikleştirir, diğer tarafım da otomatiklerden kaçar.

Bir zaman önce twitter hesabının takip sistemini otomatikleştirdim mesela. Ufak bir program yazdım, takip ettiğim insanların konuştukları insanları takip ediyor. İlgimi çekmeyen olursa takip etmeyi bırakıyordum. Optimist bir yaklaşım, takip edeyim mi diye değil, bırakayım mı diye soruyorum.

Bir süre iyi gitti. Ancak baktım ki algoritma gerçekten çalışıyor, önceki denemeler gibi elin Filipinlisini, Çinlisini falan eklemiyor, bir anda ilgim kayboldu. Tüm twitter okumasını bıraktım. Hatta bununla beraber o kadar da otomatik olmayan diğer hesapları takip etmeyi de bıraktım.

Her gün kendimi 30 küsur ayrı kriterden hesaba çektiğim bir tablom var. (Ne kadar çalıştın, ne kadar yazı yazdın, namazların ne alemde falan…) Bir süredir bunu elle doldurmak yerine, şöyle Neural Network tarzı bir işler yapsam, hatta yapılacaklar listesini de eklesem, benim en sevdiğim ve gerekli şeyleri otomatik olarak günün içine serpiştirse diye düşünüyorum. Otomatizm'in dorukları.

Ancak şunu da biliyorum ki, bir gün, iki gün, belki bir ay çalışır, sonra tüm sistemi bir kenara atarım.

Hayatımda manuel yaptığım bir şeyler olmalı.

Şimdi bu yazıyı genelleştirmek istiyorum. Tüm otomatist ahlak sistemlerine bir eleştiri getirmek istiyorum mesela, kişinin şunları şunları yaparsa doğrudan cennete veya cehenneme gideceğini söyleyen tüm otomatist din adamları hakkında konuşmak istiyorum, bilimcileri otomatizminden bahsetmek istiyorum, ancak birincisi zamanım yok, ikincisi bu gibi genel konuşmaların da otomatizmin bir başka türü olduğunun farkındayım.

Yani bunları yazarsam da, hemen yazıdan sıkılıp, bir daha okunmayacaklar arasına atacağım.

Büyüdükçe küçülüyorum sanırım. Artık daha küçük meselelerle meşgul olmalıyım.

Monday, November 14, 2011

Din Üzerine Konuşmak

Türkiye'de teknoloji üretmek niyetinde olanın yapması gerekenlerin birincisi, İngilizce literatüre hakim olmak, dünyanın o meselede nereye geldiğini takip etmektir. Türkçe teknoloji üretemezsiniz. Ürettiğinizi sanabilirsiniz, etrafınızda birileri de toplaşır belki, etkilersiniz, süper, iki beyinli, dahi falan olursunuz; ancak İngilizce literatüre hakim değilseniz, bildiğiniz de, gördüğünüz de her zaman ikinci eldendir ve yaptıklarınızın gerçek değerini görebileceğiniz feedback mekanizması yoktur.

Türkiye'de yabancı dile muhtaç olunan bir diğer alan ise dindir. Ayrıca din üzerine konuşmak, teknoloji üretmekten daha kolay bir alan olduğu için daha rahat etki uyandırıp, reçete üretebilirsiniz. Kendiniz konuşur, atar tutar, etrafınıza bu işin derdinde olan meraklılardan toplarsınız. Tutan yoktur zira. Ben şunu şöyle yorumluyorum diyenden kimse bir vergi almamaktadır.

Türkiye'nin kerameti kendinden menkul tüm mehdi, şeyh ve müteşeyyihlerini Arapça kitaplarında görmek isteriz. Türkleri, zavallı saf Türkleri kandırmak kolaydır.

Var mıdır Türkiye'de asıl fikirlerini Arapça ifade edebilip, tribünlerin ilgisini değil, din ilimlerinde derinliği tercih eden biri?

Sunday, November 13, 2011

Köpek Kulübesi

Mirzabeyoğlu'nun Ehl-i Sünnet'le diğerlerini karşılaştırırken, billur sarayla, köpek kulübesini mukayese etmek diye bir tabiri vardır.

Şahsen kapılmamaya çalıştığım bir ifadedir. Doğru söyleyenin hakkını vermek edebiyattan önemlidir.

Yine de gece boyu seyrettiğim Ebubekir Sifil – İhsan Eliaçık muhaveresinde işte tam bu tabloyu gördüm.

Tuesday, November 1, 2011

Tanrı Meselesi

Kimin aklına geldi bilmiyorum, yani, eğer her şey bilimcilerin dediği gibi olmuşsa, tarih içinde birinin aklına Tanrı diye bir şey gelmiş olmalı. Kendisine teşekkür borçluyuz, yediğimiz ekmekte hakkı var.

Her şey hakkında olduğu için, hiçbir şey hakkında değil, Tanrı hakkında konuştuğunu ileri sürüp herhangi bir şey hakkında konuşmak mümkün, sağırlığım elverse gürültülerine kızacağım komşularımdan bahsetmek yerine, Tanrı'nın insanoğlunu bu kadar sorumsuz yaratamayacağını, o sebeple Tanrı'nın varolamayacağını üfleyebilirim, veya uykum gelmişken veya sarhoşken Tanrı'nın uykunun ötesinde, ebedi bir sarhoşluk olduğunu, hayattan daha derin bir rüya, tüm hakikatten daha derin bir gerçeklik olduğunu söyleyebilirim.

Söylerim yani, yiğidin dilini tutan yok, onu da söylerim, bunu da söylerim. Var da derim, yok da derim; iyi de derim, kötü de derim; başına geleceklerin hiçbiri söylediğim sözün büyüklüğüyle münasip olmaz, en fazla yakarlar beni veya padişah yaparlar. Zamanımızda artık bunlar olmadığına göre, o kadar bile bir şey gelmez başıma.

Yıldızları yaratan Rabden bahsediyorsun, en fazla tirajın artıyor veya azalıyor, belki o bile değil. Birileri sana şöyle böyle demiş, eğer Tanrı, daha doğrusu imanın Hakkı değil, birilerinin lafını ciddiye alıyorsa, senin Tanrın da amma küçükmüş yav, olsa ne olur, olmasa ne olur… Sana faydası olmayanın, başka kime faydası olabilir?

Tanrı bir varmış, bir yokmuş; işimize geldiğinde varmış, gelmediğinde yokmuş; canımız istediğinde varmış, istemediğinde yokmuş… Tebliğ dediklerini de, bizim kabilenin bir tanrısı var, tanısan sen de çok seversin demek sanıyorlar.

Tanısam severim herhalde. Tanrıtanırım ben, her tanrının kalbimde ayrı bir yeri var.

İman inançtan farklı bir şey diyordu adamın biri, gavurdu, onun için aslında söylediği faith ve belief kelimelerinin farkıydı, belief, yani inanç, lief gibi bir kökten geliyormuş ve dilemek gibi bir şeymiş, faith ise bunun tam tersi, görelim mevla neyler, nasıldır anlamındaymış. Belief kabilenin tanrısına, faith Allah'a iman oluyor, sözlüğümüzde yani.

Kabilemizin tanrısı, bizim istediğimiz gibi olmasına hayli gayret gösterdiğimiz bir tanrı. Ateist kabilesinin de bir tanrısı var, bu tanrı namütenahi iyi, namütenahi güçlü ve namütenahi adil olduğu için, dahası başka bir numarası olmadığı ve her bir atraksiyonunu ateistlerin önünde göstermesi gereken bir palyaço olduğu için, ateistler de böyle Tanrı olmaz olsun, yoktur böyle bir şey, ahahaha, diyorlar. Dedikleri doğru, öyle Tanrı olmaz olsun.

Sonracıma dindarların Tanrısı var bir de, onlar da farklı şekilde kurslar düzenliyor, Tanrıya nasıl olması gerektiğini öğretiyorlar, Tanrı şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır, şöyle yapmalıdır, böyle yapmalıdır falan. Gitmiş görmüş gibi de değil, doğrudan Tanrılık dersi veriyor adam.

Bir de Tanrıyı arayanlar var, durup durup farklı telefon numaralarını çeviriyorlar. Alooo, Tanrı orada mı, karşıdaki sinirli ses, ummpf, şimdi çıktı diyor, onlar da gittiği yeri bulmak için yeniden telefon.

Ben bu Tanrıların hepsini tanıyorum, temel vasıfları kullarının ticaretine katkı. Ticaret değişik şekillerde, mesela kafa sıhhati, toplum sıhhati, mal mülk sıhhati şeklinde tezahür edebiliyor. Yani adam kafa sıhhatine yardımcı bir Tanrı, toplumu bir arada tutacak bir Tanrı, malına mülküne ticaretine hayatına fazla karışmayacak bir Tanrı peşinde. Helvadan Tanrı yapıp, acıkınca yiyen adam çoğundan daha az putperest.

Ver bi de ben tadına bakıyım.

Pire

Friday, October 28, 2011

Wishful Sinking

Bu yazıyı depremin ertesi günü yazdım. Internetten uzak durmaya çalıştığım için hemen yayınlanmadı. Sağını solunu düzeltmeden yolluyorum.

Ne olacağını söyleyeyim. Türkler yardımların PKK tarafından çalındığını, Kürtler de devletin kendilerine yeterli yardım yapmadığını iddia edecek.

Güven yok çünkü. Bunu anlamadığınız sürece insanların olayları nasıl yorumladığını keşfetmek mümkün değil. Bir insanlık faciası karşısında bile neden saçma ayrıntılara saplandıklarını anlamak.

Hep yapageldiğimiz gibi Türkler ve Kürtler ve diğer insanlar hakkında kerameti kendinden menkul önermeler üreteceğiz. Bu insanların gerçekte iyi olduklarını kafamızda kurgulayacağız ve şaşıracağız, neden böyle davranıyorlar.

Wishful thinking, temenniyi düşünceyle karıştırmaya gavurun verdiği isim. Temennimiz depremin barışa vesile olması olabilir, benim de öyle, ancak bu temenniyi gerçekle değiş tokuş etmek anlamına gelmez. Bu depremin Türklerin ve Kürtlerin beraber yaşadığı son deprem olabileceğini farketmek gerekir. Bölünme izlerinin derinleştiği bir zamandayız ve bölünmenin bebek bezi yardımıyla veya ne sonuçlara yol açacağı bilinmeyen, buyrun evimize gelin kampanyalarıyla düzelmeyeceği bir noktadayız. Kardeşlik ve barış, sözde güzel duran ama iki cephenin de kendine göre anladığı kavramlar. Türklerin barışı, Kürtlerin barışıyla aynı değil; bunu anlamak neden bu kadar zor, onu bilmiyorum.

Kardeşimin nüfus cüzdanında iki senedir Van kaydı mevcut. Eşinin ailesini severim. Deprem evimde olmuş gibi. Gitmek istediğimde biz de bir şey yapamıyor dedikleri için duruyorum. Bir Türk olarak nihayetinde PKK'nın eline de geçse yardım etmekten uzak duracak değilim. Yine de konuyu nasıl görmek istiyorsa, o şekilde anlatanları da ciddiye alamıyorum.

Kendisinin de Kürt olduğundan bahseden başka bir tanıdığım, Vanlıların PKK'yı desteklediğini, onların da askerlerimizi öldürdüğünü, bu felaketi hakettiklerini anlatıyordu. Bu kadıncağız dayısının oğlunu kaybetmiş savaşta. İnsanın bayrağı ve vatanı için ölebileceğini söyledi.

Hangi bayrak, hangi vatan?

100 senelik Türklük doktrinin insanımızı getirdiği yer, kalplerdeki nefret tohumlarının depremle bile sarsılmayacak kadar büyümesi. Gönüller birleştiğinde sair noktalar önemsizdir ve yine gönüller ayrıldığında sair noktaların anlamı yoktur. Bizim Kürtlerle gönlümüz ayrıldı. Görünen vadede huzur yok.

Kötü Dünyada İyi Kalmak

Eğer düşüncemi teksif etmek istediğim bir yer varsa, o da bu mesele. Dünyanın iyiliği veya kötülüğü konusunda bir genelleme anlamsız ama kötü olabileceğini kabul edip, kötülük içinde nasıl iyi kalınacağını düşünmek makul.

İyiliği herhangi bir ahlak doktrinine, güce, sanata, bilime endeksleyip, bunun üzerinde konuşmak istemiyorum. İyilik bunların hepsinin ötesinde, belki hepsinden ve diğerlerinden miktar miktar içermesi gereken, ancak hiçbirine eşit olmayan bir kavram. İnsanın iyiliğini kendi bulması gerekiyor.

Kötülük de aynı şekilde. Doktriner ahlak size doğru söylemenizi söyler ama insan doğru söyleyerek de kötü olabilir, iyi olmak ve kalabilmek için bir ölçüde güçlü olmak gerekir ama güç aynı zamanda kişinin kendine ve başkalarına karşı kötülüğünü de getirir. Sanat ve bilim iyilik için de, kötülük için de kullanılabilir, akıl, bilgi ve zeka hakeza.

Otomatik bir formülü olduğuna inanmıyorum. İnsanın hayatına ve karşılaştığı meselelere dair bir duruş geliştirmesi gerekir, bunu başkasına havale edemez, kötü bir dünyada iyi olmak hayatın özüdür.

Mekan Algısı

İnsanların mekan algısı çok değişik, birbirinden farklı. Sadece çevresini, eşyaları, şehrin gördüğü kısmını bilen insanla, bir haritaya bakmış ve mesela Bursa'nın İstanbul'un güneyinde olduğunu bilen insan aynı mekan algısına sahip değil.

Mekan algısının bu derece farklı olduğu insanlarda, iletişimin nasıl gerçekleştiği bana her zaman fantastik gelmiştir. Annanneme Bursa'ya gidiyorum dediğimde ne düşünüyor? Aklında neresi var? Veya benim Bursa'da yaşadığımı bilen ve coğrafi bir haritadaki yeri dışında bir fikri olmayan birinin algılaması nasıl gerçekleşiyor?

Bu soruları analoji yoluyla çözmeyi seviyorum. Annanneme Bursa dediğimde, yaşadığı şehre benzer bir yer geliyor olmalı aklına, sokağına benzer bir sokak, evine benzer bir ev; coğrafya bilgisi olan arkadaşımsa şehri haritadaki bir nokta gibi algılıyor olabilir, soyutlama dediğimiz şey de çok defa başka kavramlarla açıklama değil mi? Şehri bir yuvarlakla gösterirsen, bunların arasına çizgi çekip yol olduğunu düşünebilirsin. İnsanları noktayla gösterirsen, aynı çizgiler tanışıp tanışmadıklarını gösterir. Mesele sadece bir gösterim meselesi, ne kadar da abartıyorlar.

Monday, October 17, 2011

Diken İçinde Şeker

Uzanmamı istedin. Hayalimde bir diken. Hatırladıkça duyduğum acı, bir diken. Yaklaşmaya korkuyordum.

Elini uzatmanı istedim.

Evet. Top gibi, her tarafından irili ufaklı iğnelerin fırladığı bir top. Elime aldım.

Acıdı mı?

Dayanamıyordum. Sanki yakacak. Elimde yuvarlanıyordu ve acı veriyordu.

Tutamadın mı?

Her hatırladığımda verdiği acı gibi. Her adını duyduğumda verdiği acı gibi. Elimin kanadığını gördüm. Sonra seni hatırladım, söylediklerini…

O dikeni sıkmanı söylemiştim, elinle o balonu patlatmanı.

Elimi sıkmaya başlayınca gözümden yaş geldi. Bütün ömrümün sızıları, uzaklaşmaya çalıştığım bütün acılar oradaydı. Aynı anda yüzlerce film, her filmin en acıklı sahnesini seyreder gibi. Ağladım.

Ağlamasan da rahatlayacaktın.

Rahatlamak için değildi. Acıdan ağladım. Sonra patladı. İçinden karamel çıkacağını söylemiştin. O pahalı çikolata gibi.

Ne çıktı?

Bilmiyorum. Elimdeki yaralar bir anda iyi oldu. Sızıları duymaz oldum. Bir rahatlamaydı ama içinden çıkan şeker değildi, şeker idiyse de aşk değildi bu.

Aşk?

Aşka ulaşacağımı düşünmüştüm. Acıların ortasında aşk. Dikenin ortasında şeker gibi.

Evet, aslında kastım oydu.

Olmadı. Tuzlu bir su hatırlıyorum sadece. Tuz tadı. O da elimden değil, herhalde gözyaşlarımdan.

Elin ne oldu?

Sıvı siyahtı, erimiş çikolata gibiydi. Ağzıma götürmeye korktum. Ağlamam durdu, o bana yetmişti.

Diken tekrar büyüyecek.

Bir daha elime almak istemiyorum.

Saturday, October 15, 2011

Fotoğraf

Imag0138

Kelime fotoğrafı kıskanır, fotoğraf kelimeyi. Ne senin kadar açabildim, ne senin kadar gizleyebildim.

Friday, October 14, 2011

Güzel Geceler

Güzel geceler serildi üzerime. Ruhuma yakışanı yaptım. Ayaklarıma baktım, parmakları yoktu. Beynimde cirit atan çoktu.

Yazı denemesi babından konuşuyoruz. Hayat denemesi babından yaşayanların yazdığı ancak bu kadar.