Saturday, December 31, 2011

Gecenin bir vakti esen rüzgar

Yarılan zambaklar, ruhundan iktisat etmeye çalışıp başaramayanlar, ayna köşelerinde kararıp kalmışlar, sevgiliye yazılmış mektupların kokusu, hayattan sinmeye yarayan yorganlar, gözümü kapatınca çakan ışıklar, isyan herkese lazım, bayana bir numara büyüğünü getir.

Meslek sahibi kişilerin kendilerini mesleksizlerden ayırmak için kurdukları dilin içinde, tahfifle beraber bir düşmanlık da var mıdır? Hangi meslekten bahsediyoruz? Lafazanlık mesleğinden.

Şahsen kendimi, düşüncelerimi sıraya sokmak için yazmakla memur görüyorum ama bu yazdıklarımın herhangi bir manası olduğuna ve birinin bunları okuyunca bir adım ileri ve üç adım geri gideceğine itimadım yok. O sebeple yayıncı denen illetle meşguliyet ham hayal geliyor. Öyle insanların varlığı bana illet gibi. Bir şeyi yapmak için başkasına sabreden, mesela yazmak için yayıncı denen yaşam formuna katlananlardan bahsediyorum. İşin yazı ticareti değilse, sevgili dostum, mana ehline karışmak, yazıyla dost olmak niyetindeysen, nasıl oluyor bu yazıyı ancak ne kadar satar diye değerlendiren birilerine yoldaş olabiliyorsun?

Yazı satmamalıdır değil, sadece bir hayret nidası bu. Kişi ticaret de yapabilir, herkesin bir ticareti var, kimileri de yazı ticareti yapar, müşteri varsa, alan bulunuyorsa, satmak da mümkündür tabi. Gocunacak bir tarafı yok. Anlamadığım bunu nasıl yaptıkları.

Hem yazı yazıp, hem bunu nasıl satabilir insan? Bir yazıya değer biçince, yani okkası beş kuruş kabilinden bir fiyat belirleyince, yazının anlattığı her şey o daracık değerin içine hapsoluyor. Buna mecburuz diyorsan, eh, aç kalacağına yazı sat tabi, ama limon satmak evla değil mi?

Neden onları küçük görüyorsun?

İnsanın karşısına çok tercih çıkıyor. Yazı satmak da bu tercihlerden biri. Hayatını yazı satarak kazanmaya çalışan kişinin, başka şeyleri satmak istemediği için böyle olduğuna kanaat edebiliriz, yani karpuz satmak istemediği veya zamanını kiralamak istemediği için yazılarını satıyordur. Anlamadığım bunun, yani yazar denen cinsin neden kendinde bir hakikat vehmi taşıdığı. Hepi topu yazısının karşılığında bir para bekleyen ve o verilmezse yazmayan bir adamsın, hakikat seninle ne etsin?

Yok böyle bir vehmin, derdin sadece eğlence ise, ha manken poposuna bakmış, ha senin kitabını okumuş ne farkeder?

Neden onları küçük görüyorsun?

Zaman akıyor, bizi yazı için kağıda, söz için insana ihtiyacın kalmadığı zamanlara getirdi ve bu gidişle yazının para karşılığında satılması eskilerin tuhaf adetleri cinsinden bir vaka olacak. Ah, yazarlık ölüyor, diğer tüm mesleklerle beraber, sadece robotlar ve onları programlamayı bilenler kalacak.

Çünkü dostum, senin yazdığın yazıyı, belki bir palto üstünü bu robotlar da yazabilir olacak. Bir robotum varken ve bana sesli ve görüntülü olarak sadece sevdiğim hikayeleri uyduruyorken, senin kasım kasım kasıldığın hallerine neden ihtiyaç duyayım?

Hala tartışıyorlar, telif hakkı, bilmemne kanunu, falan fişmekan adeti… Nedir mevzu? Yeryüzünde herkes ticaretinin kanun tarafından korunmasını istiyor, yazar takımı hakeza. O sebeple yazarlık mesleği şikayet edip durduğu dünyayı daha süslü, daha kabul edilebilir, daha tüketilebilir kılıyor. Başka bir faydası yok. Hakikati kitaplarda arayanların kelime ırmağının gazıyla geğirmelerindeki hikmet bu.

Ben böyle olmak istemiyordum. Yani yazar olmak. Hayatımı yazı satarak kazanmak. Kendi kötü vakitlerimi paraya çevirmek ve bunlardan bir de taltif almak istemiyordum. Yapmak istediğim, Marx'ın dediği gibi anlamaya çalışmaktan çok değiştirmekti; lakin imkanım olmadı, bundan sonra olur mu bilmiyorum. Ancak gördüğüm kadarıyla, yazmanın, bilmenin veya düşünmenin kendisi lezzetli bir faaliyetken, bunu başkalarına isbat etmeye çalışmanın, kendine yer bulmanın, yazısının veya düşüncesinin takdir edilmesine uğraşmanın ikinci derecede bir faaliyet olduğu. Belki ikinci derece de değil, üçüncü derece.

İşte bu sebepten bu faaliyeti robotlara, bilgisayarlara yıkmanın, yani hoşuma gidenleri okuduğum, okuduklarıma göre yenilerinin bulunduğu ve sunulduğu bir dünya bana daha ilginç geliyor. Yazmakla ilgili angaryanın ortadan kalktığı bir dünya.

Bu dünya, yazarak kendine bir meslek edinmeye, geçimini sağlamaya çalışanların aleyhine ancak aşkla yazanların lehine bir dünya olacak. Sonunda angaryanın yüzünden hiçbir işinde tutunamayanlar, sadece yaptıkları işi yaparak tutunabilecekler. Olduğun şey olmak mümkün olacak. Mecbur kalmayacaksın.

Geçmişi düşünüyorum ve geleceği. Geldiğimiz yol, gideceğimiz yoldan daha karmaşık geliyor. Geleceğe geçmişten daha yakınız.

Yılın Başına ve Kıçına Dair

İşi hakka yönelmek olunca pek bir mantıklı kesilip, astroloji gibi batıl zerzevata inanmak sözkonusuyken ceketinin astarına düşürüveren kimilerine göre bir yıla nasıl girersen öyle devam edermiş. Hangi saat diliminde bilmiyorum, Avustralya'dakiler yeni yıla girerken hastalıktan burnumu çekiyordum ve Amerika'nın doğu kıyısı 2012 ile müşerref olurken muhtemelen horluyor olacağım.

Kendi geceyarımızda, evet, şimdi, yazı yazmaktayım.

Hayatımda hiç yeni yıl kutlamadım. Belki hatırlamadığım senelerin birinde olabilir, ancak gelen günün hiçbir zaman kutlanacak bir tarafı olmadığını, hepimizin ölüme daha çok yaklaştığını, bunun çok inançlı veya boş inançlı olmakla alakası olmadığını, bunu göremeyecek kadar saftirik olmanın insanı yeryüzünden ve yeryüzünün asıl meselesinden uzaklaştırdığını düşünürüm. Bu söylediklerimi doğumgünü için de tekrar etmek mümkün.

Yine de bu sene kendimi terki terk makamında aşmak ve tabii telefon şirketinin tahsis ettiği 1000 SMS'in normalde kullandığım üç tanesinden fazlasını kullanabilmek için mutlu yıllar yazılı bir silsile mesaj attım. Aslında gıcıklaşıp, ağızların tadını kaçıran ölümü de hatırla yazıp yollamak da mümkündü ama irtibatı zaten şekerrenk olan bilcümle arkadaşlarımın benimle tamamen selamı kesmesinden korktum. Kardeşimin cevaben gelen bir telefondan söylediği gibi senin arkadaşın da mı vaar? derler sonra.

Şahsen takvimimi kendi doğumgünüme göre düzenliyorum. Bugün mesela 11857. günümdü ve yarına uyanabilirsem 11858. günüm olacak. Millet bu kutladığı senelerin hesabını nasıl veriyor bilmiyorum ama her akşam gece yatağa giderken duyduğum daha iyi olabilirdi pişmanlığı değişmiyor. Onun için bırakıp, artık günün geçtiğini kabul edip yatmak ne zor. Aslında günler bitmesin, sene devrilmesin diye gayret edeceğimize, geleni kutlamak tam insana yakışan aptallık.

Salt Anat

Salt Anat

Türkçeyi en iyi bildiğini iddia edebilecek değilim. Benden daha iyi bilenler çoktur. Ancak kendimce bir söz zevkim olduğuna inanırım. Bazı kelimeler, bazı tamlamalar, bazı ifadeler tarifi zor bir daralma hissi yaratır. Kaçmak gerekir, yazıyı, konuşmayı, sözü bırakıp nefes almak gerekir.

Modern Türkçe dediğimiz lisanın hayli yüksek oranda nevzuhur kelime içerdiğini düşününce, karşılaştığım kelimelerden pek azondan tansiyonumun çıkmasını munisliğime veriyorum.

Kullanmıyorum, kullanmayı sevmiyorum, kullanılan yazıyı ciddiye almıyorum: Misal salt, yanıt, yapıt gibileri; mecbur kalırsam belki, ancak bunların hiçbiri dilime yeni bir anlam katmıyor, bilakis çirkin, varlığından muzdarip, sıkıcı seslerden mürekkep. Bir insanın eser telifiyle, yapıt yaratısı arasında bir fark var ve maalesef dilimiz de, sanatımız da ikincisine doğru kayıyor.

Acıyı derinleştiren tarafı bu dil değişimin siyasi saiklerle yol alıyor olması. Kendi kendine gelişen kelimeler, misalen çekyat, yüklenici gibileri çok rahat kullanım bulurken, başka dillerin boyunduruğu davuluyla halay çekenlerin bulduğu karşılıklar, kendini belli ediyor. Yeni kelime üretmek için azıcık şairlikten pay sahibi olmak lazım, bizim dil yaraları biz bürokrat elinden çıktık diye bağırıyor.

Bugün öğrendiğiniz İngilizceyle yüz veya ikiyüz sene önceki metinleri okursunuz, ancak Türkçe için, alfabe sıkıntısı bir yana, ne kelime karşılıklarını, ne bunların nüanslarını bilecek durumdayız. Bırakın yüz seneyi, elli sene öncesini bile anlamak zorlaşıyor. Kedi ve ciğer hesabı, eğer yüz sene önce buralarda Türkçe konuşuluyorsa, hani nerede, yok eğer bugün konuştuğumuz Türkçeyse, yüz sene önce bu topraklarda ne konuşuluyordu?

Elimizden gelen bir şey yok. Bu dil yaraları aynı zamanda ucuz. Hemen üretmek, hemen kullanmak, kendimize göre biçim vermek mümkün. Salt deyince ben genelde sadece, sırf anlıyorum ama bunu mutlak anlamında kullanmak da mümkün, dilerseniz saf şeker için salt şeker de dersiniz ve benim gibi birkaç kişi dışında kimse bundan rahatsız olmaz. Baktınız bir kelimeyi bilmiyorsunuz, mesela maderşahi demeyi öğrenmemişsiniz, İngilizce'den maternal ifadesini çevirmek gerekti. Herhangi bir şey öğrenmeye, bu nasıl denir acaba demeye, sözlük karıştırmaya ihtiyaç duymadan anat dersiniz, olur biter. Herkesin konuşmayı bildiği ama kimsenin anlamadığı dile yeni bir tilcik eklersiniz.

Adı Yapay Dil olan yapay dillerden, Esperanto gibi, Lojban gibi dillerden haz duyarım. Bunların entelektüel gayesini takdir ederim, yine de burada herkesin kullandığı ortak bir dilin, ilmeklerinden sökülen ipek bir halının paçavraya dönmesinden bahsediyorum.

Bu kelimeler, siyasi telmihlerinden dolayı da beni rahatsız ediyor. Dil devrimine lafta karşı olabilirsiniz, ancak ona en azından kullandığınız kelimelerle buğzedemiyorsanız, karşı koyma derdiniz yoksa, çok muhaliflik, çok akıldanelik taslar ancak işin başının batıla teslim olmamakta olduğunu idrak edemezsiniz. Türkiye'de derdi İslam, müslümanlar, Kur'an, din, falan filan konular olduğunu söyleyen, ancak hasmının diliyle anlatmayı, dahası o dili biliyor olduğunu göstermeyi seven çok entelektüel var. Yani, Allah rızası için söyleyin, bunlar mı tırnaklarını bile müşriklere benzemeyen sırada kesen peygamberden bahseden?

Teorik olarak imlası bozuk güzel yazı yazmak mümkün olduğu halde, pratikte pek rastlanmadığı gibi, teorik olarak bu kelimelerle orijinal düşünce aktarılabildiği halde, pratikte pek rastlamıyorum. O sebeple şöyle bir bakıp, ilk yaraya kadar okuyor, eğer ufak bir çizikse görmezden geliyor, derin bir yaraysa, yazıyı kendi halinde kanamaya bırakıyorum.

Ölsün öyle yazılar.

Tanrı ve Allah

Bu ikisini hemen her zaman farklı anlamlarda kullanıyorum. Her yazıda açıklamak mümkün olmuyor. Burada anlatmaya çalışalım.

Tanrı hemen her zaman insanların inşa ettiği bir kavramdır. Allah ise kendini haber verir. Tanrı konusunda anlaşmazlığa düşmek o sebeple kolaydır, çünkü benim Tanrım, başkalarının Tanrısına benzemez; Allah konusunda ise anlaşmazlığa düşülmez, onu bilenin emin olması ve üzülmeyecek olmasının sebebi de budur. Allah konusunda anlaşmazlığa düşülmez, çünkü insan Allah hakkında teslimiyetle konuşur, söylediğinin her zaman eksik olduğunu bilir ve bu konuda tartışmanın kendine düşmediğinin farkındadır.

Allah'ın zatı hakkında düşünmek insana fazla bir şey kazandırmaz. Allah şöyle midir, böyle midir, şöyle olursa böyle mi olur, böyle olursa şöyle mi olur; neticede Allah'ın verdiği akılla ve onun yarattığı mantıkla, onun ihata ettiği kainatın içinde bunları düşünerek anlayabileceğimiz tek şey, araçlarımızın amaca uygun olmadığıdır. Bunu idrak etmek yerine tartışmaya başlarsak, Allah'a değil, kendi Tanrımıza yaklaşmış oluruz.

Kelam ehli, Kitab-ı Mecid'in söylediklerini mantığa vurup bir akaid çıkarmışlar. Şahsen bu akaide, şunu yapın diyen hükümler kadar değer vermiyorum, falanca ayet temsili imiş, filanca ayet temsili değilmiş, şunu dersen şöyle demekmiş, Allah şöyle olamazmış, böyle olabilirmiş gibi konuşmaların hepsi, gerçekte cemaate yönelik, onların arasındaki fikir birliğini sağlamaya yönelik aktiviteler gibi geliyor. Kişinin bu meselede acizliğini anladıktan sonra, mesela namazı konusunda bunlardan daha dikkatli olması gerektiğini düşünüyorum.

Tasavvuf ehlinin buna mukabil söyledikleri de benzer. Birinin mantıkla anlamaya çalıştığını, diğeri ilham yoluyla anlamaya çalışıyor; ancak sonunda mantık da, ilham da sahibine ait ve bunları gereğinden fazla ciddiye almak, kişiyi asıl meselesinden, salih amel meselesinden uzaklaştırabiliyor. Hayatını nasıl yaşaması gerektiğini bilen ve bu bilginin hakkını veren insanın eğlence kabilinden bu mevzuyu dert edinmesi normal, ancak nasıl yaşaması gerektiği konusunda tereddüt sahibi olan insanın, Allah'ın zatı hakkında kafa yorarak edinebileceği pek bir şey yok.

İnsanın Allah'la yakınlaşmasının yolu ise, her türden Tanrı'yı reddetmekle başlıyor. La ilahe ile yola çıkmadan, illallah safhasına ulaşmak pek zor. Etrafındaki putlar, insanlar, para gibi tanrıları reddetmekle başlayıp, kendi içindeki akıl gibi, nefs gibi, hevesler gibi tanrıları da reddetmekle devam edince, insan Allah'a yaklaştığının ve ondan başkasının ilahlığının muhal oluşunun farkına varıyor. Buradan sonra kişinin gördüğü, bildiği, yaşadığı hiçbir şey Allah'ın her şeyi kuşatan bilgisi ve kudretinden uzak durmuyor; batıl Tanrıları yerinden eden tartışmalar ve imanları sallayan gelişmeler Allah'ın hakkında değil, mahlukata ve Allah'ın insana verdiği hilafete dair görünmeye başlıyor.

Tanrıların her zaman kişide huzursuzluk ürettiğini, kalplerin yalnız Allah'ın zikriyle tatmin olduğunu görüyor. Yeryüzündeki ve ötesindeki her şeyin, yalnızca Allah'ın bildiği bir hikmet içinde varolduğunu anlıyor. La ilahe Ateistçe bir söz, ancak illallah izniyle Ateistlerin yapamadığını, yani kendi içindeki tanrıları da ezip, göklerin ve yerin ardındaki kudret elini görmek nasip oluyor.

Bu söylediklerim, yukarda itibar etmediğimi söylediğim ilham cinsinden gelebilir. O sebeple sadece farklı anlamda kullandığım iki kelimeyi açıklarken başvuruyorum. Hakikate vuslat için kişinin kendi fiili ve idrakinden ötesi yok.

Topluluk

Topluluklara ve onları temel alan fikirlere güvenmiyorum. Fikirlerin bireylerden sadır olduğunu, bir iletişime ihtiyaç duysa da, düşüneninin tek bir kişi olduğuna inanıyorum. Topluluklar ve komitelerin ortaya koyduğu düzenlerin, adı demokrasi, sosyalizm veya buna benzer cihazların hepsinin, gerçekte kendi söyleyeceğini topluluğa söyletmeyi becerenler tarafından yönetildiğini düşünüyorum.

Hatta bazı zamanlar yaratıcılığın doğrudan yalnızlıkla alakalı olduğunu da düşünüyorum. İnsanlarla beraberken kendimi daha da aptallaşmış hissetmemle alakası olmalı bunun.

Şu açık: Hiçbirimiz, ne kadar zeki olursak olalım bu dünyada tek başımıza yaşayamayız. Dahası tarihin bize gösterdiği şey, fikirlerin serbest dolaşımının, yani benim yarım fikrimle, başkasının yarım fikrinin buluşacak bir zemin bulmasının ortaya yeni ve çok daha iyi fikirler ortaya çıkardığı. Yani yalnızlık ve yaratıcılık arasında pek de kaliteli bir ilişki bulmak mümkün değil.

Bununla beraber, topluluk dediğimizin aklının fikrinin olmadığına da giderek daha büyük ölçüde kanaat ediyorum. Bir insan, topluluğu konuşturacak kadar güçlü olmadığı sürece, onun tarafından ya anlaşılmayarak, ya önemsenmeyerek, ya da düpedüz hasmane biçimde susturulmaya mahkum. Onu konuşturacak kadar, kanaat önderi dediğimiz zevat gibi sosyal kudrete sahip olmak için ise, topluluğun dilini uzun zaman konuşmak gerekiyor ve bu tüm yaratıcılıktan arınmak demek. Önce onlar gibi olmak, ortalamayı ruhunda mündemiç hale getirmek ve sonra, bir ihtimal, topluluğun üzerinde fikri tasarrufa sahip olmak…

Tayyip Erdoğan gibi mesela. Bılık bılık hayran olanlarını da, kendisi kadar sıkıcı bulduğum bu insanın, bu ülkedeki ciddiye alınabilecek tüm fikir adamlarından daha önemli olduğunu kabul etmek zorundayım. Fethullah Gülen gibi mesela, vaazlarında isimlerini kiloyla saydığı Batı felsefecilerinden birini bile okumuş olduğunu sanmadığım hocaefendinin, sadece işine yarayacak ölçüde aktardığı fikirlerinin, o isimleri rüyasında görecek kadar hemhal olmuş kimselerinkinden daha önemli olduğunu kabul etmek zorundayım. Kemal Atatürk gibi mesela, herhangi bir teorik planı, rasyoneli, gerçek anlamda fikri olmadığı halde, doğru zamanda doğru fırsatları değerlendirerek bütün düşünce sahiplerinden daha önemli bir etkiye yol açtığını görmek zorundayım. Bu insanların beyanlarının, yaşadıkları devrin on yirmi yıl sonrasında hiçbir kıymeti harbiyesi olmadığını göreceğiz. Tayyip Erdoğan'ın tuhaf partisinin ve Fethullah Gülen'in cevşenperver cemaatinin; Kemal Atatürk'ün anlamsız totolojik vecizelerinin başına geldiği gibi bir yeniden inşa faaliyetine sahne olacağını, sonunda gerektiği biçimde bir Erdoğan ve gerektiği biçimde bir Hocaefendi'ye sahip olacağımızı da çıkarabiliriz. Bugün Erdoğan'ın liberal mi, otoriter mi olduğuna, Hocaefendi'nin gelenekçi bir mü'min mi, yoksa diyalog taraftarı bir din ıslahatçısı mı olduğuna, yirmi yıl sonraki konjonktür karar verecek. Aynen Atatürk'ün sonradan müslüman edilmesi veya demokratlaştırılması gibi… (Eğer dünya savaşını Hitler kazansaydı, bugün nasıl bir Atatürk'ümüz olurdu?)

Bunun sebebi topluluğun fikirsiz olması. Çünkü karşıdakinin ne duymak istediğini anlayacak ölçüde zeki her insanın karşılaştığı bir problem vardır; ya köşeli olduğu halde doğru bildiğini söyler ve gözden düşer, ya da ne isteniyorsa onu söyler ve yükselir. Bu insanlar ikincisi cinsinden insanlar, zihinlerini topluluğa ve onun hipotalamus kaynaklı fikirlenmelerine endekslemiş insanlar ve o sebeple söylediklerinin bir kıymeti yok. Yarın uygun görürse Tayyip Erdoğan en ferahından liberal, Fethullah Gülen de en yemyeşil şeriatçı olabilir; veya tam tersi.

Vox populi vox dei güzel bir temenni ama populus ne yaptığını pek de düşünmeyen, bugün yağmur yağsa havadan, yarın güneş açsa yine havadan şikayet edecek insanlardan mürekkep. Topluluğa sadece güç odakları arasındaki bir yatıştırıcı olarak güvenmek, hani demokrasinin bir oyun olması veya sosyalizmin yalan olması gibi ele almak, fazla ciddiye götürmemek lazım. Tabi ki, topluluk bizi boğabilir, bunu yapacak kudreti var, ancak hiçbir topluluk hakikati değiştiremez.

Friday, December 30, 2011

Topluluk

Topluluklara ve onları temel alan fikirlere güvenmiyorum. Fikirlerin bireylerden sadır olduğunu, bir iletişime ihtiyaç duysa da, düşüneninin tek bir kişi olduğuna inanıyorum. Topluluklar ve komitelerin ortaya koyduğu düzenlerin, adı demokrasi, sosyalizm veya buna benzer cihazların hepsinin, gerçekte kendi söyleyeceğini topluluğa söyletmeyi becerenler tarafından yönetildiğini düşünüyorum.

Hatta bazı zamanlar yaratıcılığın doğrudan yalnızlıkla alakalı olduğunu da düşünüyorum. İnsanlarla beraberken kendimi daha da aptallaşmış hissetmemle alakası olmalı bunun.

Şu açık: Hiçbirimiz, ne kadar zeki olursak olalım bu dünyada tek başımıza yaşayamayız. Dahası tarihin bize gösterdiği şey, fikirlerin serbest dolaşımının, yani benim yarım fikrimle, başkasının yarım fikrinin buluşacak bir zemin bulmasının ortaya yeni ve çok daha iyi fikirler ortaya çıkardığı. Yani yalnızlık ve yaratıcılık arasında pek de kaliteli bir ilişki bulmak mümkün değil.

Bununla beraber, topluluk dediÄŸimizin aklının fikrinin olmadığına da giderek daha büyük ölçüde kanaat ediyorum. Bir insan, topluluÄŸu konuÅŸturacak kadar güçlü olmadığı sürece, onun tarafından ya anlaşılmayarak, ya önemsenmeyerek, ya da düpedüz hasmane biçimde susturulmaya mahkum. Onu konuÅŸturacak kadar, kanaat önderi dediÄŸimiz zevat gibi sosyal kudrete sahip olmak için ise, topluluÄŸun dilini uzun zaman konuÅŸmak gerekiyor ve bu tüm yaratıcılıktan arınmak demek. Önce onlar gibi olmak, ortalamayı ruhunda mündemiç hale getirmek ve sonra, bir ihtimal, topluluÄŸun üzerinde fikri tasarrufa sahip olmak…

Tayyip ErdoÄŸan gibi mesela. Bılık bılık hayran olanlarını da, kendisi kadar sıkıcı bulduÄŸum bu insanın, bu ülkedeki ciddiye alınabilecek tüm fikir adamlarından daha önemli olduÄŸunu kabul etmek zorundayım. Fethullah Gülen gibi mesela, vaazlarında isimlerini kiloyla saydığı Batı felsefecilerinden birini bile okumuÅŸ olduÄŸunu sanmadığım hocaefendinin, sadece iÅŸine yarayacak ölçüde aktardığı fikirlerinin, o isimleri rüyasında görecek kadar hemhal olmuÅŸ kimselerinkinden daha önemli olduÄŸunu kabul etmek zorundayım. Kemal Atatürk gibi mesela, herhangi bir teorik planı, rasyoneli, gerçek anlamda fikri olmadığı halde, doÄŸru zamanda doÄŸru fırsatları deÄŸerlendirerek bütün düşünce sahiplerinden daha önemli bir etkiye yol açtığını görmek zorundayım. Bu insanların beyanlarının, yaÅŸadıkları devrin on yirmi yıl sonrasında hiçbir kıymeti harbiyesi olmadığını göreceÄŸiz. Tayyip ErdoÄŸan'ın tuhaf partisinin ve Fethullah Gülen'in cevÅŸenperver cemaatinin; Kemal Atatürk'ün anlamsız totolojik vecizelerinin başına geldiÄŸi gibi bir yeniden inÅŸa faaliyetine sahne olacağını, sonunda gerektiÄŸi biçimde bir ErdoÄŸan ve gerektiÄŸi biçimde bir Hocaefendi'ye sahip olacağımızı da çıkarabiliriz. Bugün ErdoÄŸan'ın liberal mi, otoriter mi olduÄŸuna, Hocaefendi'nin tam bir mü'min mi, yoksa diyalog taraftarı bir din ıslahatçısı mı olduÄŸuna, yirmi yıl sonraki konjonktür karar verecek. Aynen Atatürk'ün sonradan müslüman edilmesi veya demokratlaÅŸtırılması gibi… (EÄŸer dünya savaşını Hitler kazansaydı, bugün nasıl bir Atatürk'ümüz olurdu?)

Bunun sebebi topluluğun fikirsiz olması. Çünkü karşıdakinin ne duymak istediğini anlayacak ölçüde zeki her insanın karşılaştığı bir problem vardır; ya köşeli olduğu halde doğru bildiğini söyler ve gözden düşer, ya da ne isteniyorsa onu söyler ve yükselir. Bu insanlar ikincisi cinsinden insanlar, zihinlerini topluluğa ve onun hipotalamus kaynaklı fikirlenmelerine endekslemiş insanlar ve o sebeple söylediklerinin bir kıymeti yok. Yarın uygun görürse Tayyip Erdoğan en ferahından liberal, Fethullah Gülen de en yemyeşil şeriatçı olabilir; veya tam tersi.

Vox populi vox dei güzel bir temenni ama populus ne yaptığını pek de düşünmeyen, bugün yağmur yağsa havadan, yarın güneş açsa yine havadan şikayet edecek insanlardan mürekkep. Topluluğa sadece güç odakları arasındaki bir yatıştırıcı olarak güvenmek, hani demokrasinin bir oyun olması veya sosyalizmin yalan olması gibi ele almak, fazla ciddiye götürmemek lazım. Tabi ki, topluluk bizi boğabilir, bunu yapacak kudreti var, ancak hiçbir topluluk hakikati değiştiremez.

Saturday, December 10, 2011

Merdud

Kırmızı Kitap'ın son kısımlarını oluşturan Yedi Vaaz'ı evini dolduran ruhlara yazdığı söylenir. Ölülere Yedi Vaaz, Septem Sermonem ad Mortuos

İki gündür huysuz. Altı ay, olmadı daha, altı aylık olmadı. Konuşmasını öğrendiğinde şimdi bildiklerini unutmuş olacak mı? Belki beni tanımaya başlaması unuttuğuna işarettir.

Yazıları ona yazmak isterdim. Zaman zaman beni mezarıma indirirken ne düşüneceğini düşündüğüm en güzeline. Her kucağıma aldığımda, onun beni son defa kucaklayacağı zamanı hatırlıyorum.

Yapmam gereken tonla iş var, ancak dilimi çözmem için yazmam gerekiyor. Dilimin ve elimin çözülmesi için.

Nasıl ki yatmakla insan katılaşırsa, yazıdan uzak kalınca da katılaşıyor. Katılaşmak, kalbin ve dilin katılaşması, zevkten mahrumiyet, gördüklerimi göremiyor olmak, neşesiz bir insan olmak, o bir rüzgarken, bir bedene dönüşüyor, ben katılaştıkça o da katılaşıyor. Onu çözmek için kendimi çözmem gerek, onun huzurlu olmasını istiyorsam, kendim de huzurlu olmalıyım.

Ağlamasını susturmak için ağlamayı kesmem gerek.

İnsandan bahsederken, aslında bu sahfadan ileri gitmediğini, ağlamakla ömrünü tükettiğini ve her zaman bir kucak aradığını düşünüyorum.


Meşgul ol, yazmaya korktuklarını pazar yerine çıkar, sonunda kimin hanesine düşen varsa alır. Dünya tuhaf bir yer. İnsanın insana ettiğini kimse etmiyor. Haber geliyor, ya faydasız, ya anlamsız, ya yalan. İnsanlardan neden kaçtığımı hatırlamak için kucaklarını denemem gerekiyor. İnsanlar buldukları kucaklarda, yüksek ve rahat yerlerde yaşamayı tercih ediyor, bense oturmuşum hep, şimdi de, en fazla emekleyebiliyorum.

Emeklemenin yarattığı tuhaf yalnızlık, yürümeyi öğrenecek kadar yaşayamayacağımı biliyorum. Sardırdıkları gibi bir tenasuh düşüncesinin neden kaynaklandığını da tahmin ediyorum. Çünkü bir ömür bu dünyaya az. İnanmam gerekenlere inanmıyor olduğum doğru değil, sadece inanmak zorunda kaldığımda bilmeye engel olduğunu düşünüyorum. Allah'a inanmak, onu bilmeye engel. İnanmamak da engel, tabii ki. Bu konuyu böyle ele almak tuhaf kaçacak ama ben peygamberlerin bilmek ve inanmak arasında, bilmeyi tercih ettiğini düşünürüm, yoksa insan her şeye inanıyor, kendine de inanabilir.

Bilgi ise çok çok çok farklı bir dert. Allah'ı nasıl bilirsiniz? Şu dünyaya bak, adaletsiz biliriz, şu dünyaya bak, güzel biliriz, şu dünyaya bak, sabırlı biliriz, şu dünyaya bak… Dünyaya bakmadan bilmez misiniz? Bilmeyiz. Çünkü dünyanın ötesine ufkumuz yetişmez.

Yeryüzünün kötülüğüne istinaden inkar eden kişiye sormak isterim, evdeki karıncalara ne kadar adilsin? Onların ayrı ayrı bireyler olmadığını biliyorsan, hepsinin tek bir organizma gibi varolduğunu biliyorsan, düşündüğün anlamda adalet ve eşitliğin onlar için geçerli olmadığını da bilirsin. Peki insanın tek başına bir kıymeti harbiyesi olduğunu sana kim söyledi?

Çiçeklere ne kadar adilsin? Yemeğine ne kadar adilsin? Kendi organlarına ne kadar adilsin? Bugün beynime yarayan yemekler yedim, yarın da mideme yarayan yemekler yemeliyim ki adil olayım, diyor musun? Allah'ın ben yeryüzünü süper bir yer yapacağım diye bir vaadi vardı, her dileyen dilediğini alacak diye bir vaadi vardı da, biz mi bilmiyoruz? Allah'a rahman (rahmeti herkesin kuşatan) gibi, kahhar (kahreden), gafur (bağışlayan) gibi, muntakim (intikam alan) de diyen bir din mesela bizimkisi; Tanrı hep iyi olmalıdır diye bir inanç geliştirip, ben Tanrı olsam, bak dünyada aç adam kalıyor mu diye güzel hayallere dalmak… Tabii ki sonunda Tanrı yoktur diye devam eden aydınlamalara ulaşırsın. Çünkü Tanrı olsa, aynen benim gibi, veya benden birazcık daha iyi olurdu kesin.

Bilmenin ne olmadığını biliyoruz. Tanrıya bir kişilik atfedip, inanan veya inanmayan olmanın bir farkı yok. Bilmenin ne olduğunu ise bilmiyoruz. Çünkü bilmeyi istemiyoruz. Bilmek zor, önce ciddiye almak gerekiyor, ciddiye aldığını o varmış gibi yaşayarak göstermen gerekiyor belki.

Ama bilimsel olarak… Sabahtan akşama kadar bilimle ilgili şeyleri okuyorum, seyrediyorum, dinliyorum; en son şunu seyrettim mesela, yine de bütün bu söylenenlerin benim açımdan, aradığım bilgi açısından bir önemi yok, bilim olduğu şey olmaya devam edebilir, birileri bilimin sebepler zincirine bakıp Tanrılarına ihtiyaç kalmadığını düşünebilir; bunlar şaşılacak yorumlar değil, Okkam'ın usturasıyla traş olmak daha moda olabilir, bunda da şaşılacak bir şey yok.

Ne için yaşıyorsun? Ne seni yerinden kaldırıyor? Sabahları ne için uyanıyorsun? İşte senin Tanrın odur.