Tuesday, March 20, 2012

Rasyonellik ve Ölüm

Ölümün sözkonusu olduğu yerde en doğru tercihten bahsetmek ne kadar zor. Ölüm tüm akıl yürütmelerin başına ve sonuna geldiğinde, hepsi mantıklı oluyor.

Öleceğiz o halde… diye başlayan cümlelerin sonunu, fırsat varken hayatın tadını çıkaralım diye de, çocuklarıma miras bırakmak için çok para kazanmalıyım diye de, dünya hayatının zevklerine dalamayız diye de, zamanımızı ibadetle geçirmeliyiz diye de, çayımızı hakkıyla içelim diye de, ağaçlara iyi bakalım diye de getirmek mümkün.

Ölümle, onun sebep olduğu durumlar arasında kurulan ilgide bir mantık aramak boşuna, yani bu sözlerin hiçbiri diğerlerinden daha mantıklı değil. Bu sebeple hayat akıl yürütme üzerine kurulu felsefelerin çizdiği kafese sığmıyor; ölüm tüm rasyonellik arayışını içine çeken bir girdap.

Rasyonellik, hayatın nasıl yaşanması gerektiği sorusuna verdiği cevapların mutlak olduğunu iddia ediyor. Önceki tüm cevaplayanlar gibi.

Tuesday, March 13, 2012

Piyango Bileti

Bay Mehmet Gülyazılı yirmi yıldır her girişinde itinayla atladığı eşiğe yine basmadı. Apartmanın sararmış lacivert renkli kapısında kravatlı halinin geçerken görünmesinden aldığı haz uğruna öğretmenliğe devam ettiğini düşündü. Düşünceler yarım kaldı.

Kapıyı sekiz yaşındaki kızı açtı. Babasının yüzünde doğduğundan beri seyrettiği ifadeye alışıktı ve yaşıtı kızların ekseriyeti gibi babasının boynuna sarıldı. Mehmet bey pantalonu kırışmasın diye çömelmedi, eğilerek kızını kucağına aldı.

Karısı sofrayı kurmakla meşguldü. Kravatına doğru bir hamle yapıp yatak odasına yollandı. Geldiğinde sofra hazırlanmış, birkaç saat sonra unutacağı yemekler sofrada yerini almıştı. Pek konuşmadan yemeklerini yediler, karısı bugün biraz daha durgun gibiydi ama Mehmet bey önemli bir şey olduysa nasılsa ağzını açar deyip üstüne gitmedi.

Ferhat nerde? diye bir cümle kurdu ama cevabını her akşamki cevaplardan biliyordu. Okuldadır, geç çıkacağını söyledi.

Nasıl okulmuş bu, geceyarısına kadar sürüyor.

Yemekten sonra televizyonun karşısına geçti, bir bacağını çekip sabahtan beri öğretmenler odasında seyrettiği haberleri yeniden seyretti, ağzı gözü oynayan spikerlerin elinde psikolojik yönlendirmeye maruz kaldı ama zihni artık yönlendirme kabul etmeyecek kadar katılaştığından etkilenmedi. Oğlu geldiğinde saat onu geçmiş, çayını içmiş, kanallar arasında gezinmekle meşguldü. Ona bir an kim bu adam der gibi baktı, oğlu da babasına yine mi bu adam der gibi baktı, sonra gelip koltuğun birine kendini bıraktı.

Mehmet bey koltuğunda uyuklamaya başladığında mutfakta dizi seyretmekte olan karısı gelip yatağa götürdü.


Dümdüz bir yol. Bu yolda yürüyorum. Simsiyah asfalt sanki benim için atılmış. Yolun iki yanında tarlalar. Ufka kadar uzanan sapsarı başaklar rüzgarda salınıyor. Bu yol da, bu başaklar da benimmiş. Seyrederek gidiyorum. Yerde bir piyango bileti görüyorum. Elime alıyorum, numarası ezberimde: 478733. İşte bu bilet, hayatımı değiştiren bilet, hepsini bu bilete borçluyum. Tüm bu tarlalar…

Mehmet bey rüyadan uyandığında numarayı hatırlıyordu. Kalkıp ceketinin cebindeki defterine rüyayı yazdı ve numaranın altını kırmızı kalemle çizdi. Bu yazdığının ne işe yaracağını düşünecek kadar ayık değildi.

Sabah kalktığında rüyayı unutmuştu. Akşama kadar da hatırlamadı. Akşam eve döndüğünde bir arkadaşının telefonu lazım oldu ve onu ararken yazdığı rüya aklına geldi. Numara hala kafasında parlıyordu.

Gece aynı rüyayı bir defa daha gördü.

Bu sefer bir patikada yürüyor, yürürken yerde banknotlar buluyor, hepsinin numarasının aynı olduğunu görüyordu. 478733. Sevinmesi gereken bir rüya olduğu halde sırılsıklam uyandı. Numarayı not etmesine gerek yoktu, kafasında banknotlar uçuşuyordu.

Yataktan çıkmadı ama uyuyamadı da. Şimdiye kadar gördüğü en ışıklı rüya sayılabilirdi. Mehmet bey rüya görmediğini söyleyen insanlardan biriydi. Demek böyle oluyormuş. İnsan tüm günü rüyası izin verdiğince yaşayıp, o izin verdiğince görüyormuş.

Ertesi gün adımını her attığında rüyasını hatırladı. Patika aklına geliyordu, banknotların serili olduğu, renkleri, yapraklar gibi serilmiş olmaları. Belki bir para ağacından dökülmüştü hepsi, kafasını kaldırıp yukarı bakmadığı için görememişti.


Evin kapısından girerken ayağı eşiğe takıldı. Sendeledi ama farkedecek halde değildi. Aklı patikada parada ve ormandaydı.

Kapının karşısında ne için olduğunu bilmeden bekledi. Hangi kapının önünde olduğunu bilmiyordu. Kapının üstündeki elektrik sayacı numarasına baktı, baktı. Numara farklıydı ama o an kendisine kazanacak bileti bildiği bir piyangonun yaklaşmakta olduğunu farketti. Elini plakaya doğru uzatıp kabartma rakamların üstünde gezdirdi.

Gerisin geri biraz önce dolmuştan indiği durağın karşısındaki büfeye doğru hızlıca yürümeye başladı. Büfeci sabahları üç beş kelam ettiği tanıdıklarındandı. Selamsız sabahsız kafasını camdan içeri uzatıp, bana piyango bileti lazım dedi.

Büfeci şaşırdı ama bozuntuya vermedi, tezgahın altından bir deste çıkarıp yarım mı, çeyrek mi dedi sadece.

O değil, ben belli bir bileti arıyorum.

Nasıl belli?

Nefes almadan adamın suratına hırladı: 478733 numaralı bilet.

Adamın şaşkınlığı bu sefer belirgindi. Bakalım aabi, belki burdadır dedi ama Mehmet beyde bir tuhaflık olduğunu sezmişti.

Deste üçerli beşerli ardışık biletlerden oluşmuştu. Mehmet bey hepsini inceledi, hayır, aradığını bulamıyor ve bulamadığı her bilette o bilete daha da yaklaştığını hissediyordu.

Desteyi bitirdikten sonra eve dönmedi. Bir otobüse binip okulun civarındaki meşhur bayie gitmeye karar verdi. Otobüs eve geldiği zamanlardakinin aksine hemen geldi. Biner binmez telefonu çalmaya başladı, karısı arıyordu.

Mehmet bey eve geç giden erkeklerden değildi, nadiren işi uzar, onda da karısını arayıp haber verirdi. Kadın merak etmekte haklıydı ama Mehmet beyin ona vereceği normal bir cevabı yoktu.

Açıp piyango bileti aramaya gidiyorum diyecek hali yoktu ya. Bir yalan aradı, uzun zamandır karısına yalan söylemesi gerekmemişti, en son arkadaşlarıyla iki tek atmaya çıkarken birinin hastalandığını uydurmuştu. O da üç dört ay önceydi.

Yine aynısını söyle.

Hemen açıverdi telefonu, kem kümden sonra Hikmet hastalanmış, onu görmeye gidiyorum, seni arayacaktım, unutmuşum dedi. Kadın haa, hıı, biz yemek yiyoruz o zaman, selam söyle, nesi varmış falan diye devam edecek oldu ama Mehmet beyin telefonu bipleyerek kapandı. İlk defa telefonun tam yerinde kapanmasına seviniyordu.

Durağa geldiğinde otobüs gıcırtılarla durdu ve Mehmet bey yaşından kendisinin de beklemediği bir atiklikle büfeye doğru koştu. Yaptığı işin ne kadar mantıksız olduğunu söyleyen bir his vardı içinde ama ona kulak vermek istemiyor, susturmak için koşmaya çalışıyordu.

Bayiye vardığında birkaç kişiyi beklemesi gerekti. Bayide çalışan bir öğrencisi onu tanıdı, hocam buyrun dedi, şimdi bir de oğlana açıklamak gerekecekti durumu. Vazgeçti, ben bir bilet alacaktım. Çeyrek, yarım, tam? diye sordu çocuk. Ben bir numaralara bakıyım dedi Mehmet bey, güzel bir şey olsun istiyorum.

Çocuk adamın ne dediğini anlamadı, alışık olduğu bir istek değildi ama öğretmenine karşı gelmek de istemedi. İçeri buyrun hocam dedi sırıtarak. Mehmet bey içeri girdi, kirden rengi değişmiş plastik bir tabureye ilişip eline tutuşturulan bir tomar bilete bakmaya başladı. Sadece 47 ile başlayanları aradı, dört tane rastladı ama onların da devamı tutmadı.

Çocuğa tomarı geri uzatırken yok dedi, güzel bir şey bulamadım. Çocuk bir yandan bir müşteriye sigara uzatırken, bir yandan da tomarı almaya çalıştı ama biletleri kavrayamadığından bazısı yere döküldü. Mehmet bey bir an yerde gördüklerinin rüyasındaki banknotlar olduğunu sandı, işte orada, hepsi benim. Toplamak için yere eğildiğinde aldığı birinin tam da aradığı numarayı taşıdığını gördüğündeyse daha da şaşırdı, ah işte bu.

Çocuk adamın söylediklerine şaşırmamaya başlamıştı. Tüm gün rastlayabildiği ve susmayı çok erken öğrendiği tuhaflıklara benziyordu adamın durumu. Adamın elinde tuttuğu çeyrek bilete baktı, diğerlerinden herhangi bir güzelliğini göremedi ama bunu sormak için cesareti yoktu.

Biletin parasını ödeyip, özenle cüzdanına yerleştirdi. Şimdi mutlu adımlarla evine dönebilir, çekilişi bekleyebilir ve rüyasında gördüğü tüm o bahçeleri ve tarlaları alabilirdi.

Geldiği gibi otobüse bindi, karısı kapıyı açıp Hikmet'in durumunu sorduğunda bir şeyler geveledi. Soğumuş yemekten biraz yedi ve televizyonun karşısına geçti. Bir piyango reklamı gördüğünde aldığı bilet aklına geldi, onu okşamak, hohlayıp hatırını sormak istedi. Kalkıp pantalonun cebinden cüzdanını getirdi. Bileti çıkarıp ışığa tuttu.

Vay anasını.

Bu… bilet… sahte. Çocuk kendisine başka bir bilet vermiş olmalıydı. Vay hain piç. Bilete tekrar baktı, 4'le bile başlamıyordu.

Yerinden hızlıca kalkıp kapıya doğru gitti ama karısının koridorun diğer ucundan çıkıvermesiyle nerede olduğunu hatırladı. Ne oldu? dedi kadın, yok bir şey dedi, elindeki bileti sallıyordu. Kadın aa, bilet mi aldın, yoksa bir şey mi çıktı? diye uzandı. Adam, yok, yok, daha çekilmedi, sahte bu bilet. Kadın daha da meraklanmıştı, kocasının piyango bileti adeti olduğunu yeni farkediyordu, bir sahte bilet de bir an çok çekici gelmişti.

Ver bi bakıyım, çocuklar gelin babanız sahte piyango bileti almış. dedi. Kızı sekerek, oğlu yürüyerek geldi. Sahte bilet bir anda evin gündemine girmişti işte.

Yok, ben gidip değiştiriyim dedi adam, hemen gidersem bulurum satıcıyı. Kızı başını yana kırıp babaaa deyince, kadın da bu saatte mi? demeye cesaret buldu. Mehmet bey kuşatılmıştı. Nerden aldın baba? dedi oğlu, büfeden, okulun ordaki dedi adam, ben gidiyim diyecek oldu ama saatine bakınca büfenin çoktan kapanmış olduğuna kendi de ikna oldu.

Yarın değiştiririm o zaman. Kızı bir kez daha babaaa deyince

Saturday, March 10, 2012

Hayat Oyunu

Ortaokulda veya lisedeydim, insanların alternatif hayatları oynayabilecekleri bir bilgisayar oyunu düşünmüştüm. Adını hayat oyunu koyduğum bu oyunu tabi ki yapamadım, sonradan Sims gibi ona yakın bir şeyler çıktı ama onlar da öldüresiye sıkıcı geldi bana. Hayat oyunu oynamak yerine bir oyun hayatı yaşamaya başlamam neticesinde Role Playing Game gibi insanı hayli zaman masrafına sokan oyunlardan da uzak kaldım. Şu sıralar zaman bulursam sadece Osmos veya Crayon Physics gibi oyunlar oynuyorum.

Başka bir hayat oyunu, Game of Life adıyla matematikçi Conway tarafından düşünülmüş. Bu tabi yukarıda bahsettiğim oyunlardan biraz farklı. Satranç (daha doğrusu Go) tahtasına benzeyen bir tabloda, hücrelerin siyah (dolu) veya beyaz olmasına dayanıyor. İki kuralı var: (1) Etrafındaki sekiz hücreden üçü dolu olan boş hücre dolar. (2) Etrafında iki veya üç dolu hücre olan dolu hücre dolu kalır. Diğer hücreler boşalıyor.

Kelimenin Oyun Teorisindeki anlamıyla bu oyun basit kurallardan nasıl karmaşık sistemlerin ortaya çıkabildiğini göstermek için kullanılıyor. Bu basit kurallar, tek hücre için anlamsız ama tepeden bakan bizler için ilginç desenler üretiyor. Çeşitli örnekleri burada ve şurada görebilirsiniz.

Bu oyunun felsefi karşılığı kelebek etkisi ile meşhur Kaos teorisine benzer. Kaos teorisi de basit formüllerin Lorentz çekicisi (attractor) veya fraktaller gibi karmaşık sistemler üretebildiğini söyler. (Bir zamanlar kelebek etkisine güvenip dünyayı değiştirmeye çalışan bir grup görmüştüm, her kelebeğin fırtına üreteceğini sanıyorlardı.)

Bu kurguların benim için anlamı hayat gibi hayli karmaşık sistemlerin gerisinde basit kimyasal ve fiziksel olayların yatabileceğidir. Yoksa bir kelebek gördüğünüzde, acaba nerede bir fırtına çıkacak? şeklinde sorular değildir. Fraktallere bakıp, lan bunları büyütünce de aynısı çıkıyormuş demek güzeldir ama mesela insanların oluşturduğu sosyal yapıların, organizmaya benzetilmesinin buradan da kaynak alabileceğini görmek daha güzeldir.

Karmaşık sistemler basit kurallardan ortaya çıkabiliyorsa ne olur? Tanrı düşüncelerinde sadece canlılığa dikkat çeken ve kozmolojik kanıttan, kısaca Tanrı olmasaydı bu kadar karmaşık bir kainat nasıl varolabilirdi ki? sorusundan başka cephanesi olmayan Teistlerin söyledikleri boşa çıkar. Karmaşıklık bizatihi bir delil olamaz. Sizin karmaşık olarak gördüğünüz bir sistemin gerisinde çok basit kurallar yer alıyor olabilir.

Basit sistemden kaos üretebiliyoruz ancak tersini, yani kaotik bir sistemin gerisindeki basit kuralı bulamıyoruz. Bu sebeple karmaşıklığa bakıp, bu insan yapısı olamaz diyemezsiniz mesela, bunun gerisinde bir Tanrı vardır diyemezsiniz.

Bu Tanrı yoktur demek değil. Delil olarak karmaşıklığın geçerli olmadığını söylemek. Ne kadar tumturaklı dil kullanırsa kullansın veya resimleri ne kadar parlak kağıda basarsa bassın, kitapların (ve tabi onları yazanların) karmaşıklık yoluyla bir şey isbat etmiş olmayacaklarını söylemek.

Yalnız bu bıçak iki taraflı kesiyor, Dawkins'in Tanrı Yanılgısı'ndaki tezinin özü olan, karmaşık evreni ancak daha karmaşık bir Tanrı yaratabilir, onun varolma ihtimali de evrenin varolma ihtimalinden düşüktür deyişini de anlamsız kılıyor. Karmaşıklık varlığı isbat etmediği gibi, yokluğu da isbat etmez, sadece karmaşıklığın arkasındaki ilişkileri bilemediğimizi ve belki de asla bilemeyeceğimizi gösterir.

Karmaşıklıktan doğan bir başka duruş ise iman konusunda şahsıma bir yol sunuyor. Varlığın görünüşündeki bu karmaşıklığın, insanı hakikate ulaştıracak olan edebi ve tevazuyu vermesinin mümkün olduğunu düşünüyorum. Allah'ı bulanın onu aklî olarak ifade etmesinin mümkün olmadığını, kalbî olarak ise özünde bize öğrettiğinden başkasını bilmeyiz diyen bir anlayış taşıyacağını düşünüyorum. Geleceği bilemiyoruz, değişkenlerin sayısı arttığında bilgisayarlarımız çöküyor, bildiğimizi düşündüğümüz şeyler istatistiğin kaba sonuçlarından ibaret ve deştikçe anlamını kaybediyor. Karmaşıklığın bize öğretmesi gereken acizliğimiz. Allah'ı da şöyle olmalı, böyle olmalı, olmasaydı böyle olurdu diye değil, acizliğimizin idrakiyle arayabiliriz.

Entelektüel Teselli

İnsan güvence arayan bir mahluk. Her cinsten varoluşuna tehditle dolu dünyada tutunacak bir dal, dayanacak bir bacak arıyor. Kimisi bunu zenginlikte, kimisi makam ve mevkide, kimisi de bilgi ve entelektüelcilik ile arıyor. Hangileri güven buluyor, hangileri kazandığını kaybetmekten korkarak olan güveni de yitiriyor, dışardan bilemiyoruz.

Zenginlik ve mevkiden gelen güvenin sağlam olmadığını okuyarak öğreniyoruz, biliyoruz ki hepsinin sonu mevcut. Ancak entelektüelliğe dayanan sosyal sermayenin ne kadar güven verdiği konusunda bir araştırma yok.

Ben okumadım daha doğrusu.

Bu konuda suskunluğun sebebi herhalde eli kalem tutanların büyük kısmının bu sosyal sermaye için veya onu kaybetmemeyi gözeterek yazması. Tarihi galiplerin yazması gibi, neyin yalan, neyin gerçek olduğunu da eli kalem tutanlar yazınca, kalem ve kültür, diğer bütün yollardan daha gerçek, daha doğru bir yola dönüşüyor. Halbuki kalem sahiplerinin pek azı, diğer yolları deneyip de yalan olduğunu görecek tecrübeye sahip.

Entelektüellerin ve (nereden baktığınıza göre beni de içinde sayabileceğiniz) yazar çizer okur takımının dünyayı kendi etraflarında çevirme gayretinde, gevezelerin lafı dolaştırıp kendilerine getirmesi gibi bir hal görüyorum. Birinin parada, birinin sağlam tanıdıkta aradığı güveni etrafa biliyor görünmek diye bir hırkada arayan zevatın da, bu güvenin olduğunu sandığı yerde aslında öyle bir güven yok. İnsan parasının, makamının kölesi olabildiği gibi bilgisinin, isminin, şöhretinin, yazarlığının da kölesi olabilir. Ne için yazıyorum sorusunu sorup, cevabında azıcık da ihtiram duysunlar diye olan birinin, o ihtiramı etrafından görmeye başladığında kimliğine ve söylediklerine hapsolmaması çok zor.

İnsanın Wittgenstein gibi önceki felsefemi boşver, yenisine bakalım diyebilmesi için babasından kalan büyükçe serveti fukaraya dağıtabilecek kadar cesur olması da gerek. İtiraf edelim, bu cesaret entelektüellerde de, diğerlerinde olduğu kadar az.

Malumdur ki ben burada zaman zaman saçma yazılar yazıyorum. Bazıları gerçekte ipe sapa gelmez şeyler. Tek ölçüsü aklıma gelmiş olması, üzerinde uzun uzun düşünmem gereken bir ismim, bunu yazarsam bana ne derler dediğim bir itibarım, satmam gereken kitabım, sahiplenmem gereken bir mevkim, hoş geçinmem gereken insanlar, okur ihtiyacım, sosyal sermaye merakım, biliyor görünmenin getirdiği sair ihtirama sevgim olsa herhalde yazılara kalın kalın filtreler koyar, mümkün olduğunca ne kadar bildiğimi, ne kadar okuduğumu, belli konularda ne boyutta bir otorite olduğumu göstermeye çalışırdım. Saçmalamaz, belli odaklara bulaşmaz, beynime halkalar takar ve kendimi sosyal kutupların birine bağlamaya çalışırdım.

Buna ihtiyacım yok. Uzun zaman önce bazı yol ayrımlarında bunu reddettim ve birkaç sene sonra kaybolsa ve kimsenin umurunda olmasa da kafama göre yazmanın daha iyi olduğuna kanaat ettim. Dünyevi bir faydası yok velakin insanların yazmasına sebep olan bir çok psikolojik saikten arındığım için yazdığımda daha mutmain oluyorum.

Entelektüelin bilgide ve ihtiramda aradığı güveni de Allah'tan başka hiçbir yerde bulamadım. Biliyor olmanın kimseye bir faydası olmadığını, bilakis aptal görünmemek uğruna nice canların diline kilit vurduğunu, diliyle kalbi arasına perde çektiğini görüyorum. Aptal görünsem de kalplerin nasıl tatmin olduğundan haberim var, yokmuş gibi yapamam.

Wednesday, March 7, 2012

Diyalektik Gül Bitti

Eskiden diyalektik doğrudan mantık anlamına geliyormuş. Logos daha geniş, diyalektik daha dar; logos tüm aklı, diyalektik diyalogdaki aklı temsilen…

Anladığım kadarıyla diyalektik kelimesinin bütün kullanımlarında ortak tek taraf merhale merhale anlamı. Sokrat diyalektiği insana ne bildiğini sorgulatırken, Hegel diyalektiği tez ve antitezden senteze ulaşırken, diyalektik mantık her şeyin kendi zıddını da içerdiğini söylerken ve diyalektik materyalizm, komünizmden önceki proleterya diktatörlüğünü açıklarken ortak noktaları adım adım ilerlemeye güvenmeleri.

Bu ilerleme zıddını içeriyor(muş), bu sayede mesela Sovyetler yıkılıp, kapitalizm muzaffer görününce de aslında komünizm kazanmış olmuş. Çünkü kapitalizmin bu geçici zaferine karşılık, dünyanın (bazısı altın, bazısı gümüş, bazısı bakır) zincirli işçileri birleşip, tüm dünyayı komünist yapacaklarmış.

Aklıma oğluna sevgilisinden ayrıldığı için her işte hayır vardır diyen bir anne geliyor; buna burun kıvıran oğlunun akşam arkadaşlarıyla buluşup diyalektik materyalizmi konuşması… Biz her işte hayır olduğuna kolay inanan insanlarız ancak o hayrın diyalektik materyalizm olduğu doğru mu, onu bilemiyoruz.

Eleştiride Bağlam

Bir yazıda dümdüz bilgi hatası yoksa, bütün eleştiri faaliyeti bir yazıyı derece derece bağlamından koparmaya dayanır. Bu sayede yazının ne anlama geldiğini görmek mümkün olur. Ben bu bağlamda söylemedim demek haklı bir savunma olduğu gibi, bağlamı değiştirmek de haklı bir eleştiri yoludur.

Kişiler hangi bağlamda yaşadıklarına kendileri karar verir. Benim bağlamıma yakın bir eleştiriyi severim. Ancak benim için anlamsız ve uçuk duran bağlamlar, eleştirilerin de uçuk ve anlamsız olmasına yol açar.

Eleştirinin de gelip sürü hukukuna dayandığı yer burası. Bizden olanın eleştirisi ne kadar makul ve ötekinin eleştirisi ne kadar aptalca.

Friday, March 2, 2012

Aslandan Kaçan Adam

Meşhur hikayedir, iki avcı aslanla karşı karşı kalınca, biri koşmaya hazırlanmış da, diğer aslandan hızlı koşamazsın ki demiş ve karşılığında senden hızlı koşsam yeter cevabını almış.

Günlük siyaseti incelerken hep gözönünde bulundurması gereken bir hikaye. Eleştirenler AKP'nin aslandan hızlı koşmadığını söylüyor, doğru, mükemmel değil, ancak oy verirken aslandan hızlı koşmasına göre değil, diğerlerinden hızlı koşup koşmadığına göre veriyor insanlar.

Oy verdiğimden değil ama bunun tesbitini yapmaktan aciz insanların durup durup aynı yaveleri tekrar etmesinden usandığımdan.

Birine oy vermek illa her bir politikasını, sözünü, davranışını sahiplenmek anlamına gelmez. Türkiye nüfusunun geneli, siyaseten giderek daha oynak hale geliyor; birinin aslandan hızlı koşmasının mümkün olmadığını biliyor, mükemmeli değil, en uygununu arıyorlar.

Bu kötü bir haber değil, sabah akşam RTE kabusu görenler için iyi bir haber. Aslandan kaçmaları gerekmiyor, Erdoğan'dan hızlı koşsalar yeter.


Yazı aslında bitti, ancak bu ilkenin genel olarak bütün galipler ve mağluplar için geçerli olduğunu da eklemek lazım. Roma Senatosu ve Halkı mükemmel olduğu için değil, mesela Kartaca'dan daha iyi olduğu için Punic savaşları kazandı; Microsoft, ilk PC işletim sistemi MS DOS'u çıkardığında mükemmel olduğu için değil, diğerlerinden daha iyi olduğu için çok sattı, Mustafa Kemal mükemmel olduğu için değil, diğerlerinden daha iyi olduğu için Meclis'in başına geçti.

Bir defa en iyi olduğunuzda, mükemmel sanılmaya başlarsınız. Bugün Roma'yı modern hukuk sistemini kuran medeniyet, Microsoft'u PC'lerin tek işletim sistemi üreticisi, Kemal Atatürk'ü tarihin gördüğü en büyük lider sanmak, bir zamanlar aslandan kaçmış olmalarına bağlı. Hayatın işleyişi de onlara (AKP örneğinde de olduğu gibi) çok büyük bir avantaj sağlıyor. Kartaca bir defa ortadan kalktığında Akdeniz'de Roma hakimiyetini durduracak bir güç kalmıyor, MS DOS bütün bilgisayarlara kurulduğunda başka bir şey kurmak mümkün olmuyor, Mustafa Kemal bir defa savaşı kazandığında ebedi şef olmasının önüne geçecek kimse kalmıyor.

Yine de zaman kimsenin hakimiyetini sonsuza kadar devam ettireceği bir düzene izin vermiyor. Roma sefih idareciler elinde zayıflayıp, 850 sene aradan sonra yağmalanıyor; Windows, Internet'in yaygınlaşmasıyla eski önemini kaybediyor; Kemal Atatürk'ü çözdüğü kadar, ürettiği sorunlarla da anıyoruz bugün.

Yoruluyor yani, fani olan her şey bir gün aslanın ağzına yem oluyor ve o zaman da aslandan hızlı koşan değil, diğerlerini geride bırakan kazanıyor.